Ana içeriğe atla

EVDEKİ DÜMEN

 EVDEKİ DÜMEN

Nostaljik bir macera hikayesi...

Suna ve Tamer, evliliklerinin 4. Yılında kötü bir haber aldılar. İşleri hiçbir zaman yolunda gitmemişti, çocukları olmuyordu, borcun harcın içinde debelenip duruyorlardı ve günlük olmazsa olmazları haline gelen, sıradan kötü haberlerden değildi bu… Sene 2002’nin Nisan ayında bir cumartesi akşamı Tamer babasını kaybettiğini öğrenmişti. Tamer’in babası Remzi Bey’i, kendi babasından bile çok seven Suna için de çok yıkıcı olmuştu bu haber… Ağlaştılar, sarıldılar, toparlanıp memlekete gitmeye karar verdiler ve bembeyaz yüzleriyle hazırladıkları valizlerini alıp yola koyuldular. Mersin’den çıktılar, sabaha karşı Mardin’e varmışlardı. Kimse uyumamıştı evde, bütün ışıklar yanıyordu, ağıt yoktu çünkü Remzi Bey sevmezdi yaygarayı; etrafında onu seven yüzlerce insan vardı, haberi duyduktan sonra içli içli gözyaşı döken o kadar insan, öğleden sonra kaldırılacak olan cenazeyi bekliyordu. Aralarında Remzi Bey’in okuttuğu, evlendirdiği, zor gününde yardım ettiği, bazen tek sözüyle bir ömürlük iz bıraktığı birçok insan ağlıyordu o gün Mardin Kızıltepe’de.

İkindi namazına müteakip kaldırılan cenazeden sonra Kızıltepe’yi bürüyen sessizliğin tarifi yoktu. Tamer ne diyeceğini ne düşüneceğini bilemiyordu, Suna ne tarafa bakması gerektiğini ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Bildikleri tek şey şuydu: şimdiye kadar yaşadıkları hiçbir sorun, çektikleri hiçbir dert, böylesine acıtmamıştı. Eve döndüler. Kimse bir yudum su bile içememişti, insanların hüzünleri yüzünden düğümlenen boğazlarından bir şey geçmiyordu. Tamer’in annesi Pervin Hanım, her zamanki gibi yarı Kürtçe-yarı Türkçe: ‘’Were, oğul’’(gel oğlum), dedi. Tamer irkildi, annesinin peşi sıra öbür odaya geçti. Pervin Hanım devam etti:

-Bizim ailenin erkekleri lanetlenmiş gibi, bilirsin. Amcaların gitti, abin küçükken öldü, dayın desen yok, bir sen bir de kardeşin Yusuf var. Baban ikinize de bir şey bırakamadı, bir şu iki göz evimiz var sahip olduğumuz, burası da kız kardeşinle benim başımızı soktuğumuz yer işte… Neyse sen bilirsin, beyim severdi gezmeyi, görmeyi, yedirmeyi, içirmeyi… ‘Mezara mı götüreceğim?’, derdi nur içinde yatsın. Sana bir şey bıraktı, Yusuf’a da. Ne olduğunu bilemem al bak şu paketlerin içindedir, kâtip efendiye yazdırmış olacak adlarınızı, al sen bak kendininkine, ben aşağı iniyorum.

Tamer bilirdi babasını, adam gezmeyi seviyordu. Hele hele emekli olduktan sonra ülkede adım atmadık toprak parçası, girilmedik Pazar, yüzülmedik deniz bırakmamıştı. En çok da antika dükkanlarını ve antika pazarlarını severdi. Kullanmayacağı bir ton bakır maşrapa almıştı. Hem o daha ne ki! Eski kamalar, tüfekler, cepkenler, saatler… Pervin Hanım temizlemekten, arındırıp bir köşeye yerleştirmekten bıkmıştı da adam almaktan bıkmamıştı. – Halbuki, hele de şu saatten sonra Pervin Hanım kırk üç yıldır aşkla bağlı olduğu Remzi Bey’in hiçbir hatırasına kıyamazdı.- Evde kömür ütü vardı, içine çiçekler koyup vazo yapmıştı onu da… Tamer’in gözünün önünden geçip gidiyordu, film şeridi gibi derler ya, aynen öyle bir histi. Babasıyla çarşıya çıktığında yirmi saniyede bir durup, onun biriyle selamlaşması, antikacılara işin detaylarını sorması, gezdiği her yerden bir hatıra alması ve hayatına girdiği her insanda güzel bir iz bırakması… Eli varmıyordu kocaman dikdörtgen paketi açmaya, yine de yaklaştı, kimse yoktu ya bu kez sesli sesli ağladı. Tek başına yapamazdı, aşağı inip Suna’yı çağırdı. Suna, kayınvalidesini toplamaya çalışırken sakinleşmişti. Hep güçlüydü zaten, güçlü olmak zorunda hissederdi:

-Gel, açalım dedi.

Herhangi bir tahmini yoktu, ne olduğuna dair bir şey düşünemedi. Yatağın üstüne oturdu, varlığı Tamer’e gereken gücü zaten veriyordu. Tamer açık kahverengi kâğıdı yırtmaya kıyamadan usulca açtı. Suna:

-Dümen mi?

-Dümen… mi? Diye onu tekrar etti Tamer.

Evet, antika, üzerinde yazılar ve işlemeler olan bir dümen. Ahşap bir dümen. İç kısma doğru bir halka daha var, anlamsız harfler yan yana gelmiş şekilde duruyor. Tertemiz ancak sanki başka bir dünyadan gelmiş gibi, bir gemi dümeni. Suna ve Tamer birbirine baktılar. Bu öylesine bir anlam taşıyabilirdi, tamamen anlamsız olabilirdi ancak söz konusu Remzi Bey ise o işler hiç de öyle yürümezdi. Kesin vardı bir bildiği. Suna tereddütle sordu:

-İstersen paketin içine bir bak Tamer. Belki bir not vardır, bir mektup da olabilir… Yani babanı tanıyoruz, bu bir amaç doğrultusunda… Neyse, bakabilir misin?

Gerçekten de içinde ikiye katlanmış bir kâğıt vardı:

‘’Şuur. Şuur insanın özünü ve neden yaşadığını anlamasıdır. Demek ki benim yaşamım bitmiş ve sen bunu devraldın. Demek ki, yarım bıraktığım şeyler var. Suna kızım, senin de vazifen büyüktür. Senle ilgili rüyalar görüyordum ne zamandır. Yüz yüze anlatamadıysam demektir ki siz elimi öpmeden, helallik almadan göçmüşüm. Hakkım helaldir, evlatlarım. Kızıltepe’de eski pazar kurulur. Abdullah var orada, Arap. Gençten bir adam. Onu bulun. Bu dümen onun rahmetli babasındandır, denizlerdeyken bulmuş. Elbet bunu size emanet etmemin bir sebebi var, Abdullah’a adımı söyleyin. O size anlatır.’’

Notun arkasında yine küçücük bir yazıyla: ‘’şuur’’, yazıyordu. Suna dedi ki:

-Yeniden koyalım paketine, Pervin anne sorarsa açamadık deriz. Kadın meraklanmasın, önce biz şu olayın aslını astarını bir anlayalım, bir yarın olsun bakalım…

Ertesi gün sordular, soruşturdular. Abdullah yoktu. Sevdiği kızı kaçırmış, nerede olduğu muammaymış. Tamer onu bir şekilde bulurdu da; Suna da kendisi de çalışıyordu, cenaze için izin almışlardı ve dönmek zorundaydılar. Dört gün su gibi geçmişti zaten, öyle bir vakit yoktu. Kafasında erteledi. Bir sonraki gün, toprağın altına bir baba, iki göz odaya gözü yaşlı bir ana, içlerinde tonlarca ‘ama’ bırakarak döndüler zaten.  Suna:

-Göz önünde dursun, duvara asalım, dedi.

 2002 yılının, 25 Nisan Perşembe günü, yorgun argın evlerine geldikten sonra yemeklerini yer yemez uyudular. Yarın yine aynı iş temposu vardı, aynı insanlar, aynı sorunlar. Yataktan düşerek uyandıklarında saat 05:05’ti… Bir çığlık duydular, bir kadın sesi. Sonra her şey düzeldi. Uyku sersemlikleri geçti ve -insanoğlu, kör işte!- kabus gördüklerini düşünüp uyumaya devam ettiler. Üstünde çok durmadılar bu konunun… Ta ki…

2022, 25 Mayıs Cumartesi’ye bağlanan gece Suna, yemekten sonra içtiği üç bardak çay yüzünden huzursuzlanıp lavaboya kalktı. Döndüğü zaman gözü yatak odasının duvarında duran dümene ilişti. Ve bir kadın çığlığı duydu:

-Armageddonnn!

Dümen sağa çevrildi. Ev ve evdeki tüm eşyalar dümenle birlikte sağa doğru döndü. Tamer yataktan düşmeden önce Suna’nın çığlığına uyandı:

-Tameeeeeeeeeeer!

İki dakika sonra her şey yerli yerindeydi. Kalkıp mutfağa geçtiler. Yüreği ağzında atan Tamer, Suna’dan önce bir bardak su, sonrasında bir Türk kahvesi rica etti. Saat 05:05’te tekrarlanmıştı olay. O an saat 05:16’ydı. Tamer mırıldandı: ‘’Neydi bu?’’. Suna eşine anlattı, dümenin çevrilmesini, duyduğu çığlığı, kelimenin anlamını bilmediğini… Tamer dedi ki:

-Saçmalama Suna. Bir şey vardır, mantıklı bir açıklaması vardır. Senin tansiyonun düşmüştür o esnada ben kabusla uyanmışımdır. Bu arada Armageddon dini kaynaklarda Dünya'nın sonu geldiğinde yapılacağı kehanet edilen büyük Kıyamet savaşının adı, ama senin kadar çok okuyan bir kadının bunu bilmemesi mümkün değil, bir kitapta bir filmde mutlaka duymuşsundur, görmüşsündür; hatırlamaya çalış.

Suna, istemeden de olsa kendine deli muamelesi yapan eşini ve sözlerini gör ardı etmeye çalıştı:

-Tamer şu son zamanlarda bu kadar kâbus görüyor olsan bile, bu normal değil. Tamam diyelim ki her şey kâbus; eski eşyaların enerjisi hakkında ne düşündüğümü biliyorsun. Hepsinde bir yaşanmışlık var, hepsi de çok ağır enerjiler. Ben bu dümeni eve asalım dediysem yatak odasına asalım da demedim ki! Lütfen yerini değiştirelim. Lütfen…

-Her şeyi bir şeylere bağlamakta üstüne yok Suna! Babamın yadigarı benim baş ucumda duracak!

Kahvesini içmeden yatmaya gitti Tamer. İkisinin de sinirleri bozulmuştu. Yattığı yerden tavana bakarken notu hatırladı Tamer, bulamadıkları Abdullah’ı. İçinden dedi ki: ‘’Oğlum kendine gel saçmalama, ne olduysa oldu, babanın ölümünden sonra sarsıldın sen, haydi yarın iş var!’’. Suna biraz kendini toparladıktan sonra yatağa gittiğinde eşinin çoktan uyuduğunu gördü ve ‘ne kadar umursamaz bir yapısı var’, diye düşündü, biraz da kırıldı. Sonrasında aynı, günlük rutinler, ödenecek borçlar, istemeye istemeye muhatap olunan insanlar, sorumluluklar derken bir ay daha geçti. Doğru dürüst oturup konuşacak zamanları bile olmadı, sanki biraz da kaçıyorlardı birbirlerinden. Sonra Suna bir rüya gördü…

Kıyamet günü gibiydi, herkes bir yerlere kaçıyordu. İnsanlar su ve yiyecek arıyorlardı. Bakkalları yağmalayan ve kaçmaya çalışan bazı insanların üzerine ateşler düşüyordu, oracıkta can veriyorlardı. Suna, elinde iki şişe suyla emekleye emekleye bir okulun sığınağına giriyordu. Kendisi gibi pek çok insan vardı. On santimetrelik bir pencere vardı, sadece iki saniye bakabiliyordu o manzaraya. Emekleyerek devam ediyordu, farklı bir yer görüp oraya doğru ilerliyordu. Dizleri acıyana kadar… Sonrasında tavanında sarkıtlar olan bir mağaraya çıkıyordu o yol. Tenha… Sessiz… Suna ayağa kalkıp etrafı inceliyordu. Mağaranın diğer ucunda bir kitap vardı, kitaba doğru uzanmaya çalıştığı zaman aynı sesi duyuyordu. O tiz kadın sesi. ‘Bu bilgiye ulaşamazsınnn! Açamazsınnn!’ Kitabın sayfaları kendi kedine çevrilirken rüzgâr gürültüsü gibi bir ses duyuyordu. Tavan alabildiğine yüksekti. Bir de bulunduğu yerden aşağısı vardı. Aşağı doğru bir baktı, bir kadın duruyordu, kollarını iki yana açmış, başını yukarı kaldırmış, zümrüt yeşili gözlerini Suna’ya dikmiş bir kadın… Yeniden bir çığlık: ‘Armageddonnn!’, Suna kulaklarını kapatıp uzaklaşıyordu ama kadının sesi sürekli daha yakındaydı. ‘Sen görevlendirildin, sen görmelisin, sen görevlendirildin!’

               Suna kan ter içinde uyandı. Öylesine korkmuştu ki, bir daha uyuyamadı. Hatta ertesi gün de uyuyamadı. Düşünüyordu sadece, eşine anlatamıyordu.

               2002 yılı, 25 Haziran Salı günü, yatağın üstünde otururken gece 05:05’te dümen sola doğru döndü, bir çığlık duyuldu ve bütün ev sola döndü. Dümenin üstünde yan yana gelen o harflerde bir mesaj vardı:

               A-R-M-A-G-E-D-D-O-N



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KÜLLERİ YAKAN DİYALOGLAR

Selin: Ben, Şiirlere ve yazılara isim bulmakta usta olan ben, Hissettiğim şeye bir ad bulamamakla birlikte, hissediyorum. Hislerim hala yaşıyormuş. Hadi kutlayalım bunu, bu gece ölmeyen hislere içiyorum. Ve aynı şarkıyı, aynı kişi için defalarca kez üst üste dinliyorum. Umut: Aynı şeyi aynı kişi için her gece hissetmekten farkı ne ki? Aynı insana yazmıyor muyuz ömrümüz boyu tüm şiirleri? Selin: Hissettiğin an, içinde yaşıyorsun bir şeyleri. Kaldı ki bence öylesi daha iyi, bazı şeyler bilinmemeli. Umut: Tavandaki karolari saymaktan gözlerim bozuldu. Biraz da sesim kısık şarkı söylemekten bağıra bağıra. Görüyorum... Selin: Göremiyorum. Ne alfabedeki harfleri, ne yazdığım şiiri... Ne hislerimi ne bir gün sonrasını… Boğuluyorum. Umut:  Bak, şimdi karanlık ama yine doğacak güneş. Biz dursak da dönüyor dünya, biliyorum. Yıka yüzünü okyanuslarla, dağlara tutun, taşları sevmiyorum. Kalk hadi. Selin: Okyanus güneşin yakıcı sıcağına da...

Artık Sevmiyorum Ba(ş)lıkları

Çocukken alıştığımız gibi devam ediyordu hayatım, Çünkü biz sesi bile çıkmayan bebekleri uyutmaya çalışıyorduk küçücük dizlerimizde... Olmayan sobalara kesilmemiş ağaçlar atıp yanmasını izliyorduk, Hatta benim bir battaniyem vardı, turuncu, yarım, yaprak desenleri üzerinde Ben onu çırpamazdım, üzerinden yapraklar dökülmesin diye... Bir şeyler yine sahteydi çocukluğumda ama mutluydum... Olmayan aşkına tutunup, olmayan bir adamı seviyorum şimdilerde. Bazı şeyler kadar sahte olan bu durumda şimdi neden mutlu olamıyorum? Beş yıl kalmıştı otuz yaşıma, Nereden bakıldığına bağlı olarak çok genç ve çok yaşlıyım... Elimde dolunay çizelgesiyle geçişini izlerken ayların Aylar kendine yuva edinir kaplumbağa kabuklarını bayım Çığlardır parlayan gökyüzünde, Yıldızlar soğuktur aslında, Bir başka gezegende bile siz varsanız hayat vardır Ben yine kelimeleri yanarken soğuktan donan bir şehirde Sizin verdiğiniz nefesleri almaktayım... Üç defa da öldüm üstelik, gerçek birer ölümdü h...

İyiliğimde

       Yıkanmış gri beton merdiven kokusunu içime çekerek, soyulmuş duvarlarını izlediğim apartmanı kat be kat aşıp, anlamaya çalışıyorum. Yıpranmışlığı kadar yıkanmış, sorduğu kadar soyulmuş boyaları. Yüzümün akmış rimelleri ve ağladıkça artan gözyaşı kokusuyla; ben bir apartman mıyım? Her katımda farklı hayatlar, derinlerimde huzursuz fareler ve kaçık solucanlar ile ben de böyle sıkıcı mıyım? Yeni yıkanmış bir merdiven kokusu kadar yanıltıcı hayatım.      İyiyim. Hiç içmemiş olana, rakı kokusu kadar iyi. Kalbimi şöyle bir söküp, helallik aldıktan sonra bitirecek kadar iyi... Üzerimden bir motor geçmiş de "Bu da mı gol değil?" demiş olacak kadar iyi... Hâlâ sevgisizce yaşarcasına öylece... Sarı bir şiirde sadece "öylesine" kelimesine aşık olacak kadar iyiyim ve olmak istemeyecek kadar. Henüz hayata geçememiş planlar kadar, yanlış alınmış kararlar, yanlış anılmış şairler gibi, bundan sonraki yaşanacak yıllarda yanıp, hiç sönmeyecekmişçesine iyiyim. Teş...