Ana içeriğe atla

Susamlar

            Sanat kabızı o şehre, görmeyi çok istediği bir tiyatro oyunu gelmişti. (Şaşırtıcı bir şekilde- ve şaşırtıcı olmayacaktı ama- para kabızı insanlarla dolu olacaktı o salon; bir iki saat içinde hiçbir şey anlamadan, o aptal gövdelerini orada gösterip çıkacaklardı salondan.) Bilet fiyatlarına baktı, cep ve iç yakıcıydı fiyatlar. Oysa sanat, parayla icra edilen bir şey olmamalıydı. Sokaktaki adamı düşündü, nefesi simit kokardı, sanatla yatar sanatla kalkardı. Çocukları güldürmekti onun için sanat, sevgisini kağıda, özlemini tuvale anlatmaktı... Yolda gitarıyla söyleşen bir gence, bir fincan kahve ve biraz gülümseme bırakmaktı. Yaşamaktı sanat ve nefesler bedavaydı... Netice olarak, biraz sanattı bu kez kızın içinde kalan, o da o gün erkenden yattı. Rüyalar rengarenkti, renkler sanata araçtı ve rüyalar bedavaydı. İnsanlığa ters düşen bir düzlükte yaşıyordu, ne kadar yaşamak denirse buna...
              Devrik cümleleri marifet sanıyordu ve kendisi de devriliyordu ara sıra... Kimse elini uzatıp kaldırmaz mıydı, yere düşen bir hayalin üstüne kimse basmasın diye? Kimse oralı bile olmuyordu. Yerler hep kırık hayallerle dolu diye mi ayakkabı giyiyordu insanlar, yoksa kimse kendi evindeymiş gibi benimsemediği için mi temizlenmiyordu şehirler? Peki neden okunmadan yazılıp yazılıp sonra yırtılıyordu şiirler? Neden susamlar dökülüyordu şairlerin ceketlerinden ve neden bir simidi bile martılarla paylaşmayı severdi bütün şairler? Şehirler, şiirler ve şairlerden bahsetmişken; neden maddiyatla paralel gidiyordu sanat ve neden böylesine kirliydi içinde kendisi kalbinden temiz insanların bulunduğu kaba şehirler?
             Günler toz içinde geçerken, inceliksiz bir ipin üzerinde düşmeden yürümeyi ve birbirini ittirmeye çalışan insanlar, günlerden daha tozlu raflara kaldırdıkları sanat kavramını, günlük yaşamın bir gidişatı gibi değil de, terapi amaçlı kulanıyorlarken, bir gölge bulunca oturup, günlerden ve raflardan daha tozlu yolların ve yılların acısını çıkarıyordu şarkılardan. Hayatının özeti buydu işte, ve bunun kadar klişe bir cümle klişe yazmayı bilmeyen insanlar tarafından hor görülüyordu. Ruhu genç bir yaşlı adam, nasihat ettiğinde kızın yaşlı ruhu utanıyor ve genç görünen gözlerinden yaşlar akıyordu. Karamsar da değildi sanat, adam gülümsüyordu ve hayatın en anlamlı tablosunu çiziyordu kızın gözlerinde... Her şey bir anlığına aydınlanıyordu. Sadece o kadar. Anlaşılmadığı anları yeniden yaşayana kadar ve bunu çok sık yaşıyordu. Anlaşılmazdı sanat ve ruhundan taşıyordu. Ruhu kan revandı ve o inadına her an yaralarını kaşıyordu... Derdi kağıtları da aşıyordu. Öylesine yaşıyordu...                Netice olarak, biraz sanattı bu kez kızın içinde kalan, o da o gün erkenden yattı. Rüyalar rengarenkti, renkler sanata araçtı ve rüyalar bedavaydı. İnsanlığa ters düşen bir düzlükte yaşıyordu. Şairlerin ise nefesleri, simit gibi kokuyordu. Çünkü lezzetliydi, çünkü ucuzdu. Ruhu pahalı bütün insanlar, belki de bunu hak ediyordu....

                                                                                                                           Selestia-


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KÜLLERİ YAKAN DİYALOGLAR

Selin: Ben, Şiirlere ve yazılara isim bulmakta usta olan ben, Hissettiğim şeye bir ad bulamamakla birlikte, hissediyorum. Hislerim hala yaşıyormuş. Hadi kutlayalım bunu, bu gece ölmeyen hislere içiyorum. Ve aynı şarkıyı, aynı kişi için defalarca kez üst üste dinliyorum. Umut: Aynı şeyi aynı kişi için her gece hissetmekten farkı ne ki? Aynı insana yazmıyor muyuz ömrümüz boyu tüm şiirleri? Selin: Hissettiğin an, içinde yaşıyorsun bir şeyleri. Kaldı ki bence öylesi daha iyi, bazı şeyler bilinmemeli. Umut: Tavandaki karolari saymaktan gözlerim bozuldu. Biraz da sesim kısık şarkı söylemekten bağıra bağıra. Görüyorum... Selin: Göremiyorum. Ne alfabedeki harfleri, ne yazdığım şiiri... Ne hislerimi ne bir gün sonrasını… Boğuluyorum. Umut:  Bak, şimdi karanlık ama yine doğacak güneş. Biz dursak da dönüyor dünya, biliyorum. Yıka yüzünü okyanuslarla, dağlara tutun, taşları sevmiyorum. Kalk hadi. Selin: Okyanus güneşin yakıcı sıcağına da...

Artık Sevmiyorum Ba(ş)lıkları

Çocukken alıştığımız gibi devam ediyordu hayatım, Çünkü biz sesi bile çıkmayan bebekleri uyutmaya çalışıyorduk küçücük dizlerimizde... Olmayan sobalara kesilmemiş ağaçlar atıp yanmasını izliyorduk, Hatta benim bir battaniyem vardı, turuncu, yarım, yaprak desenleri üzerinde Ben onu çırpamazdım, üzerinden yapraklar dökülmesin diye... Bir şeyler yine sahteydi çocukluğumda ama mutluydum... Olmayan aşkına tutunup, olmayan bir adamı seviyorum şimdilerde. Bazı şeyler kadar sahte olan bu durumda şimdi neden mutlu olamıyorum? Beş yıl kalmıştı otuz yaşıma, Nereden bakıldığına bağlı olarak çok genç ve çok yaşlıyım... Elimde dolunay çizelgesiyle geçişini izlerken ayların Aylar kendine yuva edinir kaplumbağa kabuklarını bayım Çığlardır parlayan gökyüzünde, Yıldızlar soğuktur aslında, Bir başka gezegende bile siz varsanız hayat vardır Ben yine kelimeleri yanarken soğuktan donan bir şehirde Sizin verdiğiniz nefesleri almaktayım... Üç defa da öldüm üstelik, gerçek birer ölümdü h...

İyiliğimde

       Yıkanmış gri beton merdiven kokusunu içime çekerek, soyulmuş duvarlarını izlediğim apartmanı kat be kat aşıp, anlamaya çalışıyorum. Yıpranmışlığı kadar yıkanmış, sorduğu kadar soyulmuş boyaları. Yüzümün akmış rimelleri ve ağladıkça artan gözyaşı kokusuyla; ben bir apartman mıyım? Her katımda farklı hayatlar, derinlerimde huzursuz fareler ve kaçık solucanlar ile ben de böyle sıkıcı mıyım? Yeni yıkanmış bir merdiven kokusu kadar yanıltıcı hayatım.      İyiyim. Hiç içmemiş olana, rakı kokusu kadar iyi. Kalbimi şöyle bir söküp, helallik aldıktan sonra bitirecek kadar iyi... Üzerimden bir motor geçmiş de "Bu da mı gol değil?" demiş olacak kadar iyi... Hâlâ sevgisizce yaşarcasına öylece... Sarı bir şiirde sadece "öylesine" kelimesine aşık olacak kadar iyiyim ve olmak istemeyecek kadar. Henüz hayata geçememiş planlar kadar, yanlış alınmış kararlar, yanlış anılmış şairler gibi, bundan sonraki yaşanacak yıllarda yanıp, hiç sönmeyecekmişçesine iyiyim. Teş...