|
Bu kitabı, bir katilin psikolojisini anlamama yardım
eden bütün insanlara ithaf ediyorum.
ON EMİR
1.
Karşımda başka ilahların olmayacak.
2.
Kendin için oyma put, yukarıda göklerde
olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç
suretini yapmayacaksın, onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet etmeyeceksin.
4.
Sebt gününü takdis etmek için onu hatırında
tutacaksın. Altı gün işleyeceksin ve bütün işini yapacaksın, fakat yedinci gün
efendin Rab'e Sebttir. Sen ve oğlun ve kızın, kölen ve cariyen ve hayvanların
ve kapılarında olan garibin hiçbir iş yapmayacaksınız. Çünkü Rab gökleri, yeri
ve denizi ve onlarda olan bütün şeyleri altı günde yarattı.
5.
Babana ve anana hürmet edeceksin.
6.
Öldürmeyeceksin.
7.
Zina etmeyeceksin.
8.
Çalmayacaksın.
9.
Komşuna karşı yalan şahitlik
yapmayacaksın.
10.
Komşunun evine tamah etmeyeceksin,
komşunun karısına, yahut kölesine, yahut cariyesine, yahut öküzüne, yahut
eşeğine, yahut komşunun hiçbir şeyine tamah etmeyeceksin.
ÜNSÜZ SERİ KATİL: MADAM
MUSTANG
Bölüm -I-
Kısım -I-: Kendini Anlama Çabaları
Ben, Elinë Clea
Mustang.
Ben, kâbuslarınızım.
Belki annenizim. Ya da dünya üzerindeki tek kadın benim. Ben, 'Baltacı' nın
bizzat kendisiyim.
Eh, haliyle bu korkmanızı
gerektirir; bu ortaya çıktığında ben de kendimden korkmaya başlamıştım. -Neyse ki çabuk
geçti de, işime dönebildim.- Bana seri katil diyorlar, oysa polisler, ajanlar ve
askerler benden daha seri hareket eden katiller bana göre. Kınamakla kıskanmak
arasında bir çizgideyim. Kadın olmanın bu işe tek olumsuz etkisi bu işte: İnce çizgiler.
Detaylar... Çelişkiler...
Benim insanları
öldürdüğümü düşünenler yanılıyor, eğer öyle düşünsem ben de geceleri
uyuyamazdım örneğin... Pişman olurdum, iç huzurum tam olmazdı. İnsanları öldürmüyorum.
Sadece onları kutsallaştırıyorum. Onların, dirilişlerinde acı çekmemelerini
garantiye alıyorum. Kurallar basit, kurallar belli. Oyunu kurallarına göre
oynamayanların sonu belli, benimse görevim...
Her şeyi denedim, emin olabilirsiniz. Yakma ayini,
asit çukuru, garotte, halat, boğma, silah, aç bırakma, zehirleme... Ruhen tatmin olmuyorum.
Baltam tatmin ediyor beni ve korkunun kokusu... Sevgiye de ilgiye de aç değilim.
İstemeyeceğim kadar hayatımda olan bu iki kavram sadece ve sadece beni
kısıtladı. Balta, beni tatmin ediyor, üzerinde epey düşündüğüm bir
durum bu. Sanırım bilinçaltımda, ruhumda baltalamak istediğim şeyler
barındırıyorum. Baltalamak, minimale indirmek ihtiyacı hissettiğim duygular
taşıyorum. Değiştiğimi düşündüğüm anda bile değişmiyorum.
Bu satırları yazabilmek
öyle kolay değil, kendimi ifşa edeceğimi bile bile yazıyorum ama ömrümün son 70-75
günü kalmışken, kendimi anlatmalı ve izimden gelecek olan insanlara ışık tutmalıyım.
Doğru duydunuz,
ölüyorum...
Kısım -II-: Ölüm Meleği
Bir zamanlar Tanrı'nın ben
olup olmadığımı sorgulardım... Ne günlerdi, ergenlik döneminde olabiliyor böyle
şeyler! Gerçeği fark edişim, 27 yaşımın sonlarına tekabül ediyor. Ben, ölüm
meleğiyim. Dünyaya geliş vazifem bu, kötülüğü yok etmek. Kötüyü yok etmek.
Benim nekrofilim bambaşka, tanımadığım bedenleri sevmiyorum, ne şekilde
öldüğünü bilmediğim bir bedeni midem kaldırmaz. Sadece, ayinlerim sırasında
kutsallaşan, korkularının kokusunu içime çektiğim ve son bakışları gözlerime
dikilen bedenlere tutkuyla bağlıyım. 998... Hepsinin de yüzünü ve ismini
hatırlıyorum... Onlar, benim insanlarım. Onlar, günahsız ruhlar...
Bir insanıma bile öfkeyle yaklaşmadım, hepsine karşı naziktim ve
benim gözümde hepsi birer sanat eseriydi. Objektif bakan her göz için böyle
görünüyor olmalı. Genel karakter itibariyle üşengeç bir insanım fakat onların
dünya ve ölümden sonrası için her pisliğini temizledim. Arkalarında
bıraktıkları, tüm izleri, kanlarını, gözyaşlarını, isimlerini, seslerini ve
kokularını da temizledim. Zaten her çevirdiğiniz sayfa, işimde ne kadar usta
olduğumu anlamanızı sağlayacaktır, bundan eminim.
Maksadım, ruhunuzu hırpalamak değil. Zihninizi canlandırmak,
peşimden sürüklemek ve takdirinizi kazanmak. İnsanlarımı son defa anmadan
onlara karışmak istemiyorum. Sadece benim adımın kalması önemli değil, onlar da
öldükten sonra yaşayanlardan olmalılar. Artık bunu hak ediyorlar...
Sene 1986, Venedik
Elinë Clea
Mustang
Kısım –III-
Öbürlerine, "Kent boyunca onu
izleyin ve kimseye acımadan, kimseyi esirgemeden öldürün" dediğini
duydum. "Yaşlıyı, genci, genç kızı,
kadını, çocukları öldürün"
Hezekiel 9/5-6
Dominique,
nique
Nique s'en allait tout simplement
Routier pauvre et chantant
En tous chemins, en tous lieux
Il ne parle que du bon Dieu
Il ne parle que du bon Dieu...
Nique s'en allait tout simplement
Routier pauvre et chantant
En tous chemins, en tous lieux
Il ne parle que du bon Dieu
Il ne parle que du bon Dieu...
Kafamın içinde dönüp duran saçma bir melodi... Bu Hristiyan
ezgisi, kilise müziği denebilecek kadar boktan notalar silsilesi beynimi işgal
etmişti. 8 yaşındaydım ve Hristiyanlığın dayatıldığı, benim
kutsal Tevratımın kirletildiği bir yetiştirme yurdundaydım. Oraya
adım atalı bir sene olmuştu... Sebebinden de bahsedeceğim, hala zamanı
var. Annem ve babam Fransız vatandaşı olan ve dinlerine bağlı
birer Yahudi'ydi. Yedi yaşıma kadar Tevratın kutsal öğretisiyle yetiştim.
Hayal meyal aklımda diyemeyeceğim kadar net anılarım var o
yıllardan... Mesela babamın annemi tek bir bıçak darbesiyle öldürdüğü sahne,
kanları temizlerken babasına serinkanlılıkla yardım eden altı yaşında, kızıl
saçlı çilli bir kız çocuğu, babamla birlikte kaldığım günler, yedinci doğum
günümde beni neşelendirmek için gelen palyaço ve onun karnından -oraya
yetişebilmiştim- akan kanla mutlu olduğum an... Babam bir gün sonra beni
yetiştirme yurduna vermişti. Nasıl bir yer olduğunu, kızını kimlere teslim
ettiğini bilmeden beni evimden gönderdiği o gün, erkeklere karşı artan bir
nefrete sahip olduğum bir hayatın başlangıcıydı. En sevdiğim oyuncak bebeğimi
bile içeri almamışlardı. Marlo adını verdiğim bebeğim, bir yığın aptal giysiler
içindeki aptal kadını korkutmuştu! O bebeğin bir ''Şeytan işi'' olduğunu
iddia eden insanlar bile olmuştu. Oysa, Marlo benim sırdaşımdı, Marlo işini iyi
yapıyordu; komşumuzun kedisini incelerken ve sokak köpeklerini sonsuzluğa
kavuştururken bana yardım etmişti o. Kitabımı da almadılar, hatta o kitabı
ellerinde tutarken, yüzüme nefretle baktıklarını gördüm... Onların sonunu
getiren an, onları gördüğüm ilk andı ve bazen tezatlar, olduğundan daha çekici
geliyordu. Özellikle bu durumlarda...
|
En başa
dönmeliyim belki de; bir cenin olduğum anı tabi ki hatırlamıyorum fakat,
hatırladığım kadarıyla sakin ve bakımlı bir bebektim. Ardından sevecen,
öğretilen din kurallarına ilgili yaklaşan, meraklı bir çocukluk dönemine adım
atmıştım. Kıyafetlerim genel olarak kırmızı renkteydi: parlak ayakkabılarım,
eteklerim, hırkalarım, saçımdaki küçük kurdeleler... Sanırım ebeveynlerimin
kırmızıya özel bir ilgisi vardı veya ben kızıl saçlı bir bebek olduğum için,
kırmızıyı ve beni bir bütün olarak kabullenmişlerdi. Oysa dinimizde, abartıya
kaçmak ve şatafat, kesinlikle olmaması gereken şeylerdi. Bunu babama sorduğumda
''Sen, sıradan bir çocuk olsan, kırmızı sende abartılı durabilirdi. O kadar
güzelsin ki bu canlı renkler bile üzerinde sönük kalıyor, endişe etme.'',
demişti. O günden sonra kırmızıyı hep sevdim.
Tek katlı olmasına rağmen içi çok geniş olan, bahçe içinde bir evimiz vardı. -Ya da bir çocuğun gözünde yürümekle bitmeyecek kadar büyük, fakat bir yetişkinin gözünde sadece ideal olarak tanımlanabilecek bir ev demeliyim belki de, bilmiyorum. Çünkü bir yetişkin olduktan sonra o eve hiç gitmedim.- Sahip olduğum tek köpek, daha kendisine bir isim bile koyamadan çalındıktan sonra daima boş kalan bir köpek kulübesi, dalları benim için yapılmış merdivenler gibi olan dört tane, büyük ve meyvesiz ağaç, çimenler ve bahçe köşesindeki hiçbir işe yaramayan, çalıştığını bile görmediğim bir çim biçme makinesi bu bahçenin demirbaşlarıydı.
Uslu bir çocuk olduğumu söylemiştim, ama annemin çalışması gerekiyordu. Gazete için fotoğraflar çekiyordu, akşamları eve geldiğinde babamla hep kısık sesle konuşuyordu çünkü korkunç olaylara tanıklık ettiği için benim bunlardan etkilenmemi istemiyordu. Babam bir uzmandı, ne uzmanı olduğunu çok net hatırlamamakla birlikte, kekeme olan, vücudunda ya da konuşmasında sorunlar olan çocuklarla ilgilendiğini hatırlıyorum. Sanırım pedagogdu. O evden çıktıktan sonra babamı bir daha hiç görmedim ve onu sorabileceğim birine de hiç rastlamadım. Sonrasına sonra değineceğim, şu an için 'büyük kavga'dan bahsetmek istiyorum. Hepimizin hayatını değiştiren olay...
Annem ve babam yoğun çalıştıkları ve bana zaman
ayıramadıkları konulu bir konuşma yaptılar benimle. Benimle ilgilenmesi ve evin
işlerini yapması için, beni çok sevecek bir hanımefendiyi eve getireceklerini
söylediler. Anlamam gereken kadarını anladığımı düşünüp bahçeye çıktım ve
gelecek olan kişinin nasıl biri olabileceğini gözümde canlandırmaya çalıştım.
Yaklaşık bir saat kadar orada durduktan sonra annemin beni çağırmasıyla içeri
girdim. Yanlarında 27-28 yaşlarında, siyah saçlarını at kuyruğu biçiminde
toplamış, özensiz giyimli olmasına karşın giyimini arka planda bırakacak kadar
büyük siyah gözlere sahip olan bir kadın vardı. Hayır, hayır... Kesinlikle
böyle birini hayal etmemiştim. Adını hala hatırlıyorum: Hugette. ''Huge, de.
Tüm arkadaşlarım böyle diyor ve sen de artık benim arkadaşım olacaksın''
demişti. Onun hayatıma girişiyle birlikte bir öğretmenim, bir oyun arkadaşım ve
kahkahalarım olmuştu. Ardından iki tane balığım. Sonrasında ise piyano bilgim,
güzel geçen saatlerim. En son kısmında ise ailem bile kalmamıştı artık...
Annemi, bahçemize gömdüğümüz günden aklımda kalan cümleler var. Annemin babama
bağırması, babamın annemi kolundan tutup yere fırlatması...
-Gördüğüm şey... Sana yıllardır aynı şekilde güvendim ben! (.........) ihtimal vermiş olsam bizi yıpratmazdı!
-İşinden başka bir
şeyle ilgilendiğin yok, ne bekliyordun!
O an anlayamamış olsam da yıllar sonra 'aldatma ve aldatılma' faktörlerinin üzerimdeki, daha doğrusu bilinçaltımdaki etkisi de, erkeklerden nefret etme hissimin dozunu büyük ölçüde artırmıştı.
(.....)
Kısım IV
Bir Ayin Tanığı
Levililer 19/34: «
Ülkemizde bir yoksul senin misafirin olursa, ona sizden biri gibi davranacak ve
onu kendiniz kadar seveceksiniz. Çünkü Mısır'da siz de yoksuldunuz.»
Burada anlatacaklarım, bundan sonraki tüm hayatımı
etkileyecek olması açısından büyük önem taşıyor. Babamdan, annemden, evlilikten
söz açmışken, şu konuya açıklık getirmek istedim: Aşk kavramı bende yoktu, hiç
olmamıştı ve evliliğe inanmıyordum. Evliliğin gerekliliğine inanmıyordum. Ta ki…
Çalıştığım bankanın arka tarafındaki mutfaktan su
almak için gittiğimde, telefon konuşmasına şahit olduğum bir iş arkadaşımı günahlarından arındırana kadar…
Muhtemelen eşiyle bir telefon görüşmesi yapıyordu:
-Günlerdir bizde ve ben onun varlığından rahatsız
oluyorum. Dün eve erkek arkadaşıyla geldi. İçeri girmemiş olabilir ama neden
başka birisi benim nerede oturduğumu bilsin ki! (Sessizlik) Şu şartlarda
çocuğunu kaybetmiş olması umrumda değil Luc! İş bulabilir, ev bulabilir, neyi
nereden bulacağı beni ilgilendirmiyor ama ben bugünden itibaren onu evimde
istemiyorum. İstersen onunla gidebilirsin!
Kapının önünde daha fazla durmadım, birinin
görmesinden çekindim sanırım, içeri girdim ve raftan bir bardak aldım. Bardakta
leke görünce bıraktım, plastik bardağı daha mantıklı bulup, suyu ona doldurdum.
Gerçi bu mutfakta bir şey içmek isteyebileceğimi kesinlikle sanmıyordum; o
yüzden her zaman duvarla tavanın arasında olduğunu bildiğim örümcek ağına
bakmayı reddettim. Telefon konuşmasını bitiren iş arkadaşım oradaki sandalyeye
oturup yüzünü ellerinin arasına almıştı. Şimdi bir muhabbet açsam konuşur
benimle, diye düşündüm. Kadınlar
böyledir. İçinde kalan öfkenin devamını da bana kusardı, biliyordum. İki
dakika içinde bir plan yapmıştım ve onu uygulamaya koymak üzereydim. İlk adımı
attım:
-Çalışmayı engelleyecek kadar büyük bir sorun olamaz,
öyle değil mi?
Güven açısından önemli şeyler vardır. Gülümse, omzuna dokun. Nitekim birkaç
cümlelik telefon konuşmasından, tüm ayrıntılarını çıkardığım olayı en baştan
anlattı. Buna gerek yoktu, hatta isterse susabilirdi ve ben ona aynı kurguyu,
aynı şekilde anlatabilirdim.
Sabırsız
olmak iyi değildir, yapmadım.
Bunun yerine, iş çıkışı bir kahve içmek için öneride
bulundum, eve gitme isteği olmadığından hemen kabul etti. En sevindiğim durum
ise, biz konuşurken kimsenin içeri girmemesi –yani bizi konuşurken
görmemesiydi.
Gün içinde nadiren ve belli zamanlarda, kendimi
ödüllendirmek için sigara içiyordum. Kendimi –ve çevreyi- kontrol edebilmek
bana hep haz veren bir durum olmuştur. Bu şekilde de bir nevi kontrol
sağlamıştım. Uyumadan önce yarım sigara içip, yarısını söndürüp, sabah kalan
yarımı içiyordum. Öğle arasında, kahveyle birlikte, bir santim kala söndürülmek
üzere bir tane daha… Ve son olarak da mesai bitiminde kapının önüne çıkar
çıkmaz yakılıp, tamamı içilen bir tane daha sigara…
Mesai bitti, kapının önüne çıkıp kendimi
ödüllendirdim. Son nefesi çektiğim anda, adının Coralie olduğunu öğrendiğim iş
arkadaşım kapının önünde belirdi. Bu kadın güzel olmasına rağmen, beğenmemi
engelleyecek özelliklere sahipti; misafirleri ve yardım etmeyi sevmemesinin
iticiliği yüzüne vurmuştu, kaşları memnuniyetsiz bir gerginlikle yüzüne
yerleştirilmiş gibiydi. Cildi solgun ve mat görünüyordu. Ortalamadan uzun bir boyu
vardı ve sade bir giyim zevkine sahipti. Göz rengi yeşil olmasına rağmen,
bakışları karanlıktı. Ve ben, o gözlerde
korkuyu görmek için sabırsızlanıyordum.
İş yerinin bulunduğu sokağın sonunda ‘Cafe d’Angelas’
adında, özellikle Affogato hazırlamak konusunda çok iyi olduğunu düşündüğüm
orta yaşlı bir adamın çalıştığı, bir butik kafe vardı. Bir ya da iki shot
espresso içine koyulan iki kaşık vanilyalı dondurmayla hazırlanan bu kahvenin
üzerimde tartışılmaya kapalı bir rahatlatma etkisi olduğunu ve bu tada zaafım
olduğunu kabul ediyorum. Vanilyalı dondurmanın kokusu ve tadı yavaşça kahveye
geçerken, düşüncelerim ve arzularım giderek güçleniyor, bunun aksine
yorgunluğum ve gerginliğim git gide azalıyordu. Hem sert, hem yumuşak bir tat.
Hem sıcak, hem soğuk… Tezatları güzel kılan şey, tezatlardı ve tüm çelişkilerde
bir çekicilik vardı. Coralie’nin damağında kalan tadın güzel olmasını istedim,
bunu önerdim ve sonuç olarak affogatolarımızı beklerken, geveze iş arkadaşım
çoktan konuşmaya başlamıştı. Ben de yüzüme meraklı ve ilgili bir ifade
yerleştirip, devam etmesine teşvik edici sözler söylerken başka şeyler
düşünebilmekte ustaydım. O andan kopabiliyordum, bu özellik beni pek çok
sıkıntılı andan kurtarmıştır. Kaldı ki, dinlesem de ona ilişkin düşüncelerim
daha da güçlenecekti, bunun sonucunda ise fazladan birkaç çığlık kazanmış
olacaktı. Bu kadın, misafir sevmemesi yeterli bir suç değilmiş gibi, dedikodu
bağımlısı ve buna bağlı olarak yalancı birisiydi. Çok konuşmak yalanlar
doğurur, bir süre sonra anlatacak veya anlattıklarını destekleyecek bir şey
bulamaz çünkü insanlar… Zaten kesin olan kararım, o masada oturduğumuz süre
boyunca şekillenmiş ve cilalanmıştı: iş
arkadaşımın ruhunu kutsayacak ve onu özgür bırakacaktım.
-Beni anlamadığını düşündüğüm zamanlarda daha çok…
-Coralie, bence bunları düşünmemek için kendine biraz
zaman ver. Bugün eşin bir karar versin ve sen de benimle kal. Evim tadilatta
olduğu için geçici bir süreliğine otele yerleştim. Uyumayı seven birisi
değilim, istersen sabaha kadar konuşuruz. İstersen farklı şeyler konuşuruz.
Çünkü çözüm üretmeden aynı konuyu sürekli düşünmek sana sinir bozukluğundan
başka bir şey kazandırmayacak.
Kısa bir duraksamanın ardından, kabul etti. Aklından
geçen düşünceyi duyar gibiydim. ‘Tepkimde
ne kadar kararlı olduğumu ve öfkemi anlasınlar. Merak etsinler ve bu sayede
eşimde oluşan kaybetme korkusu, onu kız kardeşini değil, beni tercih etmeye
itsin.’ Hatta belki, bunu düşünecek kadar zeki değildi; fakat bilinçaltı
tekti, bir taneydi ve asla yalan söylemezdi…
Birlikte otelime
gitmek için yola koyulduk ve tabi ki böyle bir durum yoktu. Bunu size
belirtmeme gerek olmayacağı ölçüde beni tanımanızı dilerdim, çünkü insan,
planlarını en ince ayrıntısına kadar tarif etmekte zorluk çekiyor. Kendime
itiraf etmekten kaçtığım şeyleri, aktarmadan önce kendime itiraf etmek zorunda
kalıyorum –ki en zor kısmı da bu… Benim gezmekten ayrı bir zevk aldığım dar,
eski ara sokakların hepsinden geçip, birlikte Le Squet tepesine çıktık. Buradan
eski liman ve tüm kıyı ayaklarımızın altındaydı. Güzel manzarasının haricinde,
sürekli müşteri değiştiren küçük oteller de vardı. Genç kadın, bir arkadaş
edinmenin rahatlığıyla tüm gerginliğini bir yana bırakmıştı ve yürüdüğümüz süre
içinde, adımlarımıza, onun –beni zerre kadar ilgilendirmeyen- hayatını anlatan,
kulak tırmalayıcı sesi eşlik ediyordu.
Bir otelin önünde durdum ve kendim için ufak bir
ayarlama yapmam gerektiği için, ona otelde misafir kabul edilip edilmediği
konusunda bir bilgim olmadığını, biraz kapının önünde beklemesini söyledim.
Yorulmuştu ve kapının hemen yanındaki eski taş koltuğa oturdu. O beklerken ben
otele girdim. Seçtiğim otel, güvenliği sağlam olan bir yer değildi. –Yani bilirsiniz, kimlik sorulmaz, oda
servisi sadece nevresimleri değiştirir ve odanızda karşılaşacağınız bir böceğe karşı,
sanki dünyadaki en tehlikeli şey onlar değilmiş gibi, silahlı donanma
bulundurulmaz.
Resepsiyon masasında, orta yaşın biraz altında, yüzü
çiçek bozması, bön bakışlı bir adam oturuyordu. Biraz daha fazla ödeme yaparak,
çok uzun süredir burada kalıyormuşum gibi davranmasını sağlayabilirdim. Gerek
görmedim. Çünkü kapının önündeki kadının zekâsını, resepsiyondaki adamın zekâsını
küçümsediğimden daha fazla küçümsüyordum. Bu kadın, olaylar arasında bir
bağlantı kurmayı başarabildiğinde muhtemelen son nefeslerini alıyor olacaktı.
Hatta belki son anında bile ne olup bittiğini hala anlamamış olacaktı, çünkü ‘’zekâ’’
insana ya doğuştan bahşedilirdi, ya da insan hayatı –ve ölümü- boyunca, anlayış
sınırlarının uzağında bir ruha sahip olurdu. Çünkü, bana güvenmişti. Ve çünkü
onun için aklın sınırlarını zorlayacak planlarım vardı…
Coralie, benim 34. emeğim olacaktı. Onun için şanslı
sayı 34’tü. Ne tesadüftür ki Tevrat’ımda Levililer 19/34’te onun için yazılmış
bir ayet vardı. Ne tesadüftür ki 34 numaralı odayı paylaşacaktık. Ne tesadüf,
dedim içimden, geniş çene yapısı, onun fazladan diş çıkaran genetik yapısını
ortaya koyuyordu… O çenede zevkle çekilebilecek 34 diş ve daha fazlasının
olduğundan emindim. En son olarak, ne tesadüftür ki, tesadüf diye bir şey
olmadığını adım gibi biliyordum.
Şu resepsiyondaki adam… Sonra onunla da ilgilenmeli miydim?
Oturduğu zeminin sert olması bile uyuklamasına engel değil, ah Coralie,
miskin yaratık diye düşünürken Coralie göz kapaklarını araladı ve ben de hemen
yüzüme yapay bir gülücük yerleştirdim.
-Bölmüyorum, değil mi?
-Hayır, uyumuyorum, sadece seni beklerken ortamın loş ışığına yenik düştüm.
O odada bir süre kaldığıma ikna etmem için birkaç parça giysi ve havlu,
tarak gibi kişisel eşyalarımın orada olması gerektiğini düşündüm. Birkaç tane
alternatifim vardı. İlki şu şekilde gelişiyordu: Clea, Coralie’yi alır, evine
yakın bir yerde otururlar ve Clea birden aklına gelmiş gibi şu cümleyi kurar,
‘’Ah, buraya kadar gelmişken… Benim ara sıra gidip yiyecek-kıyafet verdiğim,
küçük kız ve annesinin yaşadığı eski bir apartman dairesi var, hemen arka
sokakta ve uzun zamandır yanlarına gitmemiştim. Beni burada biraz beklemen
mümkün mü? Çok teşekkür ederim ama gelmene gerçekten gerek yok, belki yanımda
bir başkasını görmek kendilerini kötü hissettirir. Bunu istemem… Uzun süre
bekletmeyeceğime söz veriyorum, sıkılmaya bile vaktin kalmayacak, hemen
döneceğim…’’, tatlı bir gülümseme-evden eşyaları alıp, çantaya koyma (belli
olmayacak kadar büyük bir çanta taşıyordum, şu modaya uygun, kocaman
çantalardan) ve Coralie’nin yanına dönme şeklindeki bu plan, düşünürken bile beni
yormuştu. Bazen, enerji topu gibiydim ama bazen kılımı kıpırdatasım gelmiyordu üstelik
şu an kendimi yoracak bir şey yapmaya hiç niyetim yoktu, enerjimi saklayacaktım.
İkinci plan ise kat görevlisiyle konuşup çamaşırhanede yeni yıkanmış olan kıyafetlerden
birkaçını odaya getirtmekti. Çok da mantıksız değildi düşününce… Görmüştüm onu,
hatta göz ucuyla incelemiştim, pasif bir kadındı, tehdit edilebilir, ricaya uyabilir,
bahşiş formunda bir paraya ayartılabilirdi.
Üçüncü planım ise ‘’Son anlarını yaşayan bir insanı neden kendime inandırmak
için uğraşayım ki?’’, sorusundan yola çıkarak tasarlanmış ‘tam eylemsizlik’ planıydı.
Ama bu, çok seri hareket etmeyi gerektiriyordu; o, kendisine zarar vereceğimi düşünmeden,
bağırmaya başlamadan önce ben işimi bitirmiş olmalıydım –ki acele etmek yerine yavaş
ve kusursuz olsun istiyordum.
İkinci plana sadık kalacaktım.
-İstersen odaya çıkalım, istersen dışarıda bir şeyler atıştırıp otele tekrar
gelelim, diye seçenek sundum.
-Şu an iştahım yok ama yürümek ikimize de iyi gelecektir. Nasıl olsa gece uzun
ve gece boyunca içeride öylece oturup uyumak dışında hiçbir şey yapmayacağız. Biraz
daha hava kararana kadar dışarıda olmanın bir sakıncasını görmüyorum. Ne dersin?
İstemsizce tekrar ettim…
-Nasıl olsa gece uzun…
***
''O an anlayamamış olsam da yıllar sonra 'aldatma ve aldatılma' faktörlerinin üzerimdeki, daha doğrusu bilinçaltımdaki etkisi de, erkeklerden nefret etme hissimin dozunu büyük ölçüde artırmıştı.'', demiştim. Bu öylesine büyük bir nefretti ki, yaş, dil, ırk tanımıyordu. Anne karnında bile olsa, potansiyel tehditti benim için... Septisizm yani kuşkuculuk sadece zeki insanlara ait bir özelliktir, beyin fonksiyonları zayıf olan insanlar için ise bir şeylerden şüphe duymak söz konusu bile değildir. Bunun da etkisi olmuştu tabi, erkeklere nefret boyutunda güvensizlik hissetmem üzerinde her şeyden kuşku duyan bir yapım olması da vardı. Bu bilinçaltı, bu beyin ve bu ruh aşkın varlığını oldum olası reddetmiştir. Aşk yok. Ancak bir gün beni yadırgamadan, soru sormadan, yargılamadan, dokunmadan, sadece yanımda durarak huzur bulabilen birine rastlarsam onu alabilirim hayatıma, diyordum kendi kendime. Öyle bir insanın yaratılmış olması da mümkün olmayacağı için o sayfayı hiç açılmadan kapatmıştım.
Konunun buraya nasıl geldiğine belki de anlam veremediniz, şimdilik "bir anlık his izahı" olarak açıklık kazandırayım. Sırayla anlatacağım.
İkinci plana sadık kalacağımı söylemiştim Coralie ile odaya çıktık, duşu kullanmak isteyip istemediğini sordum. ( Gir o banyoya ve uzun bir müddet çıkma, seni bencil, seni sinsi...) Nitekim:
- Ah, Clea o kadar iyi olur ki!
-Peki o halde sen banyoyu kullanabilirsin. Ben de oda görevlisini bulup temiz havlu isteyeceğim.
- Hiç gere...
- Olmaz, hadi sen beni bekleme hemen döneceğim zaten.
Etrafı kurcalarsa hiçbir eşyamın olmadığını görebilirdi, şüphelenebilirdi, gidebilirdi ki bu riski göze alamazdım. Çantamın içinde bir şeyler arıyormuş gibi oyalandım bir müddet ve suyun sesini duyduktan sonra hızlıca resepsiyona inip:
- Oda görevlisini çağırır mısınız, diye sordum.
Yine anlamsızca yüzüme bakıp:
-Ne için çağırmam gerekiyor?
Masaya birazcık daha yaklaşıp dirseğimi dayadım. gözlerimi o çiçek bozması yüzüne dikip ne gibi bir algı problemi olduğunu anlamaya çalıştım. Çok dikkatli ve tehlikeli bakmış olmalıyım ki telefonun ahizesini derhal kaldırıp kısa bir numara tuşladı:
- Madam Aubina oradaysa... Tamam acilen aşağı inmesi gerekiyor! dedi.
Benden neden korktuğunu düşünüyordum. Elimde bir silah yoktu, o güne kadar 33 cinayet istediğim yazmıyordu alnımda, cüzzamlı da değildim. Koridorun sonunda bir kadın göründü. Gece gibi simsiyah teninin ve saçlarının üzerine o, bembeyaz önlükle bize doğru yaklaşırken içimden şunlar geçiyordu:
"Adıyla ne kadar da uyumlu bir kadın! Aubina 'sarışın' demektir. Doğduğunda bu ismi ona veren kişi kör olmalı... Hiç de böyle bir Aubina beklemiyordum! Umarım ikna etmek kolay olur, bugün başka birine zarar vermek içimden gelmiyor." İyice yaklaştı, tok bir sesle:
- Buyrun, beni çağırmışsınız, dedi.
- Madam Aubina merhabalar ben Ëline, sizden bir ricam olacak bana odama kadar eşlik edebilir misiniz? Giderken konuşuruz. (Hem de odaya yakın olarak, olası bir ortalık karıştıran veya gitme girişiminde bulunan bir Coralie ihtimalini ortadan kaldırmış olurum, diye düşündüm.)
- Tabi ki, memnuniyetle. Kaç numarada...
- Benimle gelin lütfen!
Fazla soru soran insanlara katlanamıyordum. Ses tonumun birden sertleştiği anlarda tedirgin olup hemen daha sevecen bir tavır takılmaya çalışıyordum ve bu beni dengesiz bir kadın gibi gösteriyordu. Nitekim ben de kendimi öyle hissediyordum. Yine aynısı oldu. Düzelttim. Daha yumuşak bir tonla tekrar ettim:
- Benimle gelin lütfen...
Koridoru dönüp resepsiyon masasını gözden kaybedince durdum Aubina da durdu:
- Söze nasıl başlayacağımı bilmiyorum ancak söylediğim gibi, bir ricam var senden Aubina. İş arkadaşımı misafir etmem gerekti ama evimin ufak bir sorunu var: henüz hiç eşyam yok Ben de durumdan utandığım için burada kaldığımı söyleyip onu misafir olarak, buraya kabul ettim, deyip duraksadım.
Aubina talebimi anlamak istercesine ve sorgularcasına bana bakıyordu. Nasıl da nefret ediyorum şu sorgulayıcı bakıştan! Devam ettim:
- Yani dolapları açtığı zaman Aubina, orada hiç bir eşyanın olmadığını görecek ve yalan söylediğimi fark edecek, anlıyor musun? Düşündüm de belki sen, yarın gelip dolaptan geri almak üzere, çamaşırhaneden biraz kıyafet, çarşaf ve temiz havlu getirebilirsin...
- Anlıyorum efendim, çok iyi anladım, bu yapabileceğim bir şey... Ben hemen gidip getiriyorum.
- Şu anda arkadaşım duşta, o çıkmadan önce eşyaları dolaba koymuş olmam gerekiyor biraz hızlı olabilir misin?
Başını sallayıp hiçbir şey söylemeden hızlıca uzaklaştı. Saatimi izliyordum. Zaman denen kavramı hep sevmişimdir. Zamanı izlemek, zamanı değerlendirmek, zamana riayet etmek... 3 dakika sonra yanımdaydı. Kollarında üst üste düzgünce katlanıp yerleştirilmiş renkli penyeler, önlükler, havlular ve çarşaflar vardı. Teşekkür edip aldım, iki adım ilerledikten sonra durup arkamı döndüm:
- Bu arada Aubina...
Arkasını dönüp bana baktı:
- Buyrun hanımefendi?
- "Ne görürsen gör... Eğer ağzını açıp da tek kelime edersen, gördüğünün aynısı başına gelecektir." Bu sözü geçenlerde bir kitapta okumuştum. Belki okumuşsundur, bazı sözler hayatımıza yön verebiliyor. Seninle paylaşmak istedim.
(Tabii ki gerçekten de okumamıştım.) Sorgularcasına bakıyordu yine, çıldırtıcı! Beynine yer etmesi için aynı cümleyi tekrar ettim:
-Ne görmüş olursan ol, eğer tek kelime edersen; gördüğünün aynısını yaşayacaksın yani. Çok da önemli değil ama her insana hayatı boyunca en az bir kez lâzım olacağını düşünüyorum. Boş ver... Bu katla sadece sen ilgileniyorsun değil mi Aubina?
- E... Evet efendim.
- Tamam bir şey olursa sana mı ulaşacağım, bunu anlamak için sordum. Kolaylıklar diliyorum sana ve çok teşekkür ederim.
Başını sallayıp, alt üst olmuş bir şekilde gitti. Bir şey olursa ona mı ulaşacağımı anlamak için sormamıştım tabii ki. Bir sonraki gün Coralie'nin 'kutsanmış' bedeniyle karşılaşacak olan kişinin kendisi olup olmadığını anlamak için sorulmuş bir soruydu o. Güçsüz olma hissinden, güçsüzlükten ve özellikle de güçsüz kadınlardan midem bulanıyordu... Bir müddet aynı tiksinti ile arkasından baktıktan sonra Coralie'nin yanına geri döndüm. Banyo kapısını kilitlememişti. İçeri doğru başımı uzatıp:
Konunun buraya nasıl geldiğine belki de anlam veremediniz, şimdilik "bir anlık his izahı" olarak açıklık kazandırayım. Sırayla anlatacağım.
İkinci plana sadık kalacağımı söylemiştim Coralie ile odaya çıktık, duşu kullanmak isteyip istemediğini sordum. ( Gir o banyoya ve uzun bir müddet çıkma, seni bencil, seni sinsi...) Nitekim:
- Ah, Clea o kadar iyi olur ki!
-Peki o halde sen banyoyu kullanabilirsin. Ben de oda görevlisini bulup temiz havlu isteyeceğim.
- Hiç gere...
- Olmaz, hadi sen beni bekleme hemen döneceğim zaten.
Etrafı kurcalarsa hiçbir eşyamın olmadığını görebilirdi, şüphelenebilirdi, gidebilirdi ki bu riski göze alamazdım. Çantamın içinde bir şeyler arıyormuş gibi oyalandım bir müddet ve suyun sesini duyduktan sonra hızlıca resepsiyona inip:
- Oda görevlisini çağırır mısınız, diye sordum.
Yine anlamsızca yüzüme bakıp:
-Ne için çağırmam gerekiyor?
Masaya birazcık daha yaklaşıp dirseğimi dayadım. gözlerimi o çiçek bozması yüzüne dikip ne gibi bir algı problemi olduğunu anlamaya çalıştım. Çok dikkatli ve tehlikeli bakmış olmalıyım ki telefonun ahizesini derhal kaldırıp kısa bir numara tuşladı:
- Madam Aubina oradaysa... Tamam acilen aşağı inmesi gerekiyor! dedi.
Benden neden korktuğunu düşünüyordum. Elimde bir silah yoktu, o güne kadar 33 cinayet istediğim yazmıyordu alnımda, cüzzamlı da değildim. Koridorun sonunda bir kadın göründü. Gece gibi simsiyah teninin ve saçlarının üzerine o, bembeyaz önlükle bize doğru yaklaşırken içimden şunlar geçiyordu:
"Adıyla ne kadar da uyumlu bir kadın! Aubina 'sarışın' demektir. Doğduğunda bu ismi ona veren kişi kör olmalı... Hiç de böyle bir Aubina beklemiyordum! Umarım ikna etmek kolay olur, bugün başka birine zarar vermek içimden gelmiyor." İyice yaklaştı, tok bir sesle:
- Buyrun, beni çağırmışsınız, dedi.
- Madam Aubina merhabalar ben Ëline, sizden bir ricam olacak bana odama kadar eşlik edebilir misiniz? Giderken konuşuruz. (Hem de odaya yakın olarak, olası bir ortalık karıştıran veya gitme girişiminde bulunan bir Coralie ihtimalini ortadan kaldırmış olurum, diye düşündüm.)
- Tabi ki, memnuniyetle. Kaç numarada...
- Benimle gelin lütfen!
Fazla soru soran insanlara katlanamıyordum. Ses tonumun birden sertleştiği anlarda tedirgin olup hemen daha sevecen bir tavır takılmaya çalışıyordum ve bu beni dengesiz bir kadın gibi gösteriyordu. Nitekim ben de kendimi öyle hissediyordum. Yine aynısı oldu. Düzelttim. Daha yumuşak bir tonla tekrar ettim:
- Benimle gelin lütfen...
Koridoru dönüp resepsiyon masasını gözden kaybedince durdum Aubina da durdu:
- Söze nasıl başlayacağımı bilmiyorum ancak söylediğim gibi, bir ricam var senden Aubina. İş arkadaşımı misafir etmem gerekti ama evimin ufak bir sorunu var: henüz hiç eşyam yok Ben de durumdan utandığım için burada kaldığımı söyleyip onu misafir olarak, buraya kabul ettim, deyip duraksadım.
Aubina talebimi anlamak istercesine ve sorgularcasına bana bakıyordu. Nasıl da nefret ediyorum şu sorgulayıcı bakıştan! Devam ettim:
- Yani dolapları açtığı zaman Aubina, orada hiç bir eşyanın olmadığını görecek ve yalan söylediğimi fark edecek, anlıyor musun? Düşündüm de belki sen, yarın gelip dolaptan geri almak üzere, çamaşırhaneden biraz kıyafet, çarşaf ve temiz havlu getirebilirsin...
- Anlıyorum efendim, çok iyi anladım, bu yapabileceğim bir şey... Ben hemen gidip getiriyorum.
- Şu anda arkadaşım duşta, o çıkmadan önce eşyaları dolaba koymuş olmam gerekiyor biraz hızlı olabilir misin?
Başını sallayıp hiçbir şey söylemeden hızlıca uzaklaştı. Saatimi izliyordum. Zaman denen kavramı hep sevmişimdir. Zamanı izlemek, zamanı değerlendirmek, zamana riayet etmek... 3 dakika sonra yanımdaydı. Kollarında üst üste düzgünce katlanıp yerleştirilmiş renkli penyeler, önlükler, havlular ve çarşaflar vardı. Teşekkür edip aldım, iki adım ilerledikten sonra durup arkamı döndüm:
- Bu arada Aubina...
Arkasını dönüp bana baktı:
- Buyrun hanımefendi?
- "Ne görürsen gör... Eğer ağzını açıp da tek kelime edersen, gördüğünün aynısı başına gelecektir." Bu sözü geçenlerde bir kitapta okumuştum. Belki okumuşsundur, bazı sözler hayatımıza yön verebiliyor. Seninle paylaşmak istedim.
(Tabii ki gerçekten de okumamıştım.) Sorgularcasına bakıyordu yine, çıldırtıcı! Beynine yer etmesi için aynı cümleyi tekrar ettim:
-Ne görmüş olursan ol, eğer tek kelime edersen; gördüğünün aynısını yaşayacaksın yani. Çok da önemli değil ama her insana hayatı boyunca en az bir kez lâzım olacağını düşünüyorum. Boş ver... Bu katla sadece sen ilgileniyorsun değil mi Aubina?
- E... Evet efendim.
- Tamam bir şey olursa sana mı ulaşacağım, bunu anlamak için sordum. Kolaylıklar diliyorum sana ve çok teşekkür ederim.
Başını sallayıp, alt üst olmuş bir şekilde gitti. Bir şey olursa ona mı ulaşacağımı anlamak için sormamıştım tabii ki. Bir sonraki gün Coralie'nin 'kutsanmış' bedeniyle karşılaşacak olan kişinin kendisi olup olmadığını anlamak için sorulmuş bir soruydu o. Güçsüz olma hissinden, güçsüzlükten ve özellikle de güçsüz kadınlardan midem bulanıyordu... Bir müddet aynı tiksinti ile arkasından baktıktan sonra Coralie'nin yanına geri döndüm. Banyo kapısını kilitlememişti. İçeri doğru başımı uzatıp:
- Her şey yolunda mı? diye sordum.
- Clea?
- Evet, temiz havlu getirdim nereye bırakayım?
- Aslında, bana verebilirsin. İşim bitmek üzere.
Şimdi arınma anın Coralie. Dilinde Affogato tadıyla, elinde misafirine hizmet etmediği için kırılmış parmaklarınla, günah dolu teninde su damlacıklarıyla ve insanların ardından kötü konuşan dudaklarında çengelli iğneler ile arınma anın... Hızlı olmalıydı. Duşun cam kapısını sertçe açtım -ve çok kolay oldu- panikle dönerken kayıp düştü. Düştüğü yere kafasını kaldırıp sertçe tekrar vurdum. C'est tout! Bu kadardı işte. Evine adım atan ve memnuniyetsiz ayrılan tüm misafirleri için parmakları... Çubuk kraker kırmak gibiydi. Yalan söyleyen, birinin hakkında kötü yorum yapan o dudaklarına batan o... Balon patlatmak gibiydi. Ve uzun süredir ruhumu terapi edecek hiçbir şey yapmadığımı fark ettim. Boyun kaslarım gevşiyordu... Nefeslerim çoktan sakinleşmişti. Ilık bir duşa ihtiyacım vardı. Sevgili kutsal bedeni -artık kutsal- pek önemsemedim. Durduğu yerde duruyordu, tamamen zararsız. Duşumu aldım. Penceremi açıp, içime derin nefesler şeklinde dumanını hapsettiğim sigaramı içtim.
Ertesi gün, gazeteler 47 yaşındaki Aubina T. ile 32 yaşındaki Coralie Sarah H.'nin Hôtel en Miroir'da polis tahminince birbirleriyle husumetli olduğunu ve kavda ederlerken ikisinin de hayatını kaybettiğini yazdı. Konulan fotoğraftaki siyahlı adam, tahminimce Luc'tu... Carolie'nin telefonda konuştığu eşi. 35. cinayetim olan Aubina hakkında konuşmama gerek yok diye düşünüyorum. Sınırlarını aşıp odanın içine girdi ve kaderini elleriyle değiştirdi. Merak denen his, iyi değildir. Oysa o gün başka birine zarar verme isteğim de yoktu...
Gel gelelim...
"Eğer kavmine, yanında olan bir fakire ödünç para verirsen, ona murabahacı olmayacaksın. Onun üzerine faiz koymayacaksın." (Tevrat, Çıkış Bölümü, Bab: 22, âyet: 25)."Ve eğer kardeşin fakir düşer ve senin yanında zayıf olursa, ona yardım edeceksin; senin yanında garip ve misafir gibi yaşayacak. Ondan faiz ve kâr alma. Allah`tan kork, tâ ki kardeşin senin yanında yaşasın." (Tevrat, Levililer Bölümü, Bab 25, âyet: 35-36).
Biz bankada çalışan 32 kişiydik, bu da 35-66. cinayetime tekabül ediyor. 31 kişiyi aynı anda kutsamanın güzelliğini ve içsel tatminimin hazzını anlatacağım.
Bir bankada çalıştığımı zaten söylemiştim. (La Banque D diyelim, tam isim vermemin doğru olacağını düşünmüyorum.) ''Commis de banque femme'' yani kadın banka memuru sayıca fazla olan bir dolandırıcılık merkezinde ve sadece mecburiyetten, her gün nefret ede ede giderek çalıştım. Bu eziyete yalnızca 2 ay dayanabildim. Çünkü biz zengin insanları bile değil, mağdur insanları dolandırıyorduk. İşsizlik yüzünden, savaş yüzünden, kimsesizlik yüzünden mağdur olan insanları, sonra dahasını... Ezilmiş bir gülümsemeyi, bıkkınlık yüklenmiş çökük omuzları, çaresizliği ve beklentiyi yakından izledim.
İnanmış duyguların tokluğu cümlelere sarf edilmiş ve bir katil düşünce işte burada etkiliyeci oluyorlar.
YanıtlaSilKatil değilim ama duygularım katledildi... Bundandır ilgilendim bu yazıyla
paylaşımın için teşekkür ediyorum.