Bul beni, demiştim.
Ve beni buldu…
Tam da o esnada, kâğıt üzerinde intihar
ediyordum, işte benim yazarlığımın en can alıcı noktası buydu. Yaşıyordum bu
sayede; aklıma gelen intihar senaryoları, beni öldürmek yerine, kâğıtlara
dökülüyor beni daha bir var ediyordu. Anladım ki, o da benim gibiydi, dünya
üzerinde, ‘’evim’’ deyip kendini rahat hissedebileceği tek karış toprak yoktu,
o da benim gibi bu şehre fazla geliyordu… Oysa şehrin bize verdiği zarardan
çok, biz ona zarar veriyorduk, birbirinden habersiz her gece ağlayan iki genç
kadındık, birbirinden habersiz her gece yaşamına son verip ertesi gün adımları
hayata geri geri giden iki yaşlı ruh yahut siyahın en koyu iki tonu. Bizim
nefes alıp verişlerimiz, kalemlerden döktüklerimiz, içimizden elediklerimiz
şehri tarifi imkânsız bir kasvete boğuyordu. Buralarda çoktandır güneş
doğmuyordu.
Kırmızıydım ben, bir müddet konuştum
onunla rengini bile bilmeden. Kırmızı devrim demekti, ama yeniliklere kapalı,
takıntılı ve hasta bir ruha ev sahipliği yapıyordu bu beden. Aslında insanlarla
zaman geçirmeyi hiç sevmem. Yalnız geçen özensiz öğünlerime, evimin duvarlarına
sadece benim kokumun sinmesine, birine sarılmak istemeden uykuya dalmaya ve tüm
eylemlerin en yalnız haline alışığım ben.
O gün, öğle yemeğimde bana eşlik etti.
Benden daha yabani değildi.
Aksine, karşımda gördüğüm narin beyaz
renkli bir saksı çiçeğiydi. Bense, doğada kendi haline bırakılmış bir diken…
Bal rengi gözleriyle hiç boyanmamış saçları, bal rengi sesini tamamlıyordu.
Karşınıza geçtiği zaman –ah, siz ve önyargılarınız!- bu kız için diyeceğiniz
şey: ‘’Hayatı öylesine yaşayıp gidiyor, belki burnu havada, kız işte, bir ilgi
alanı ya da bilgi birikimi yoktur’’, olabilirdi. Çünkü birinin gözlerinden
anlayamazsınız, onun kırgınlıklarını, yaşama tutunurken rüzgâra kafa tutan
ince-çiçek-gövdesinin içindeki kocaman kalbi siz göremezsiniz. Son olarak, siz
kocaman gülen her insanı, gerçekten mutlu zannedersiniz.
Ve dokunsam ağlayacaktı… Dokunmadım.
Sonra, sigaranın edebiyata çok
yakıştığına karar verip iki sigara yakıştık. Biz, iki farklı beden içinde ‘’ya
mucize, ya da ölüm’’e birer yakarıştık… Biz, birbirinden habersizce, iki farklı
bedende ve aynı ateşte yanmıştık. Çok yanmıştık… Hiçbir şey gizlemiyordu
ruhumuzun kömür rengini, ne giydiğimiz cıvıl cıvıl renkler, ne kırmızılar, ne
gülüşlerimiz… Bir süre sessizce bakıştık boşlukla, bir o, bir ben. Lakin güzel
yanmıştık! Sonrasında da bir müddet birbirimize tebessüm ettik, kimseler
görmüyordu ama o müddetle belirlenen çok bilinmeyenli zaman zarfında, aslında
ikimiz de sessizce ağlamıştık. Başka kadınlar ağlarken makyajları akardı, bizim
yanaklarımızdan küllerimiz süzülüyordu simsiyah. Bir yolda kesişmiştik, yol
kesilmişti ve uçurumdan atlamıştık. Aydınlanamayacak kadar karanlıktık
aydınlanamadık ama, bir amacı vardı kaderin yine… Anlamıştık.
Diğer insanların tersine, susarken
anlaşmıştık…
Hem, ne değişecekti ki konuşsak? Her
cümlesinin sonunda, ‘’Ben de!’’ diyecektim, her cümlemin sonuna kendisini dâhil
edecekti, yutmuştuk kelimeleri. Sonra yuttuğumuz acıların üstüne, bir de
kelimeler eklenince, stresten reflüyle boğuşan midelerimize fazla gelmişti.
Kusmuştuk kelimeleri. Aldık elimize kalemi ve yazmaya başladık.
Şehirle sorunumuz vardı. Aynalarla.
Adamlarla… Dalgalarla… Oysa bulunduğumuz karasal iklimde dalgaları
izleyebileceğimiz bir deniz yoktu. Olmayan dalgalarda boğuluyordum ben, sonra o
beni buldu. Uzattığı değnekten tutup, kendim çıkacağım yerde onu da çekiverdim
dibe. Sonradan fark ettim ki, o da zaten dipleri seviyordu, sadece suya tek
başına girmeye korkuyordu. Dalgalar sarsaydı bedenimizi, onlar hiç değilse
sevildiğimizi hissettiriyordu. Benim tarzımda beni sevebilecek biri yoktu -onu
artık eklemeyeceğim çünkü hayatı benimle aynı ince çizgi üzeriden yürümeye
çalışıyordu- biri de çıkıp tüm tutkusuyla beni hayatına kabul edemiyordu. Öyle
bir bütünleşmişim ki karasal dalgalarla, karşıma kim çıkarsa çıksın,
boğulacağını düşünüp, kıyıdan bakmakla yetiniyordu.
Özenle seçilmiş kelimelerin arasına
serpiştirilmiş bir özne oldum özensizce... Canhıraş çığlıklar attım hayatın
kendisine... Bela oldum, belaya bulaşıp vedalarda buluşan, belanın üstüne
çekildiği her bir lanetin bahtsız bedevisine. Berhudar olmak yerine, bertaraf
oldum, bedbaht oldum ben genellikle...
Selam verdim bir köyün en delisine;
zaten bir tek o anladı beni, el koydum değneğine...
Yazmak rahatlatıcıydı bir
eski-ay-gecesinde... Öleyim bari, deyip beceremedim, nefesler aldım ben de... Zaten
aldığımız her nefes, bir adım daha yaklaştırmıyor muydu bizi
''mutlu-son-ölüm''lere?.. En iyi, en acımasız, en kararlı ve en umursamaz
satırlarımı yazıyordum. Ben, beni yazarken izleyebiliyordum. Ben, beni
sevmiyordum. Ben-kendimle-yaşarken-dalga-geçiyordum. Belki de ben ne yazmayı ne
de yaşamayı becerebiliyordum.
Durdum.
Ve o an, onun bal rengi sesini duydum…
(Kulaklıkta İlhan İrem – Hasretim Sana /
1975, orijinal plak kayıt)
Selin'S
Yorumlar
Yorum Gönder