Ülkemin doğusunda bir yerlerde ve yaklaşık yirmi dört sene öncesinde bir tarihe gideceksiniz şimdi, korkmayın ben oraları biliyorum ve rehberlik edeceğim size... Tek katlı evler var burada ve bol bol terör korkusu... "Başı açık" denilen, eşarp kullanmayan kadınlara pek iyi gözle bakılmıyor. Fay hattı üzerinde bir yerdeyiz. Günlerden pazartesi, ülkemin doğusunda bir coğrafyaya götüreceğim sizi...
Tek katlı evlerin düzensiz bahçelerinden birinde, iki-üç kadın dedikodu yapıyordu. Sanırım saat, "çay"ı "çörek" geçiyordu. Boyle bir şey miydi çay saati dedikleri? Kadınlar biber kızartması gibi kokuyorlardı ve bahçelerinde yetiştiriyorlardı biberleri. Evde, ağzının kenarı kurumuş babaannesine su içirmeye çalışan on beş yaşlarındaki bir kızın o gür örgülerine kınalar yakmıştı annesi. Muhtemelen diğer bahara kadar evlenirdi...
Aslında, bütün sokak biber kızartması gibi kokuyordu. Sokakta yaşayan bütün kadınlar dedikodu dokuyordu. Şehirde sadece erkekler okuyordu. Onlar da -teröre yenilmek için değil ama- asker oluyor, arkalarında kalbi kanatan ağıtlar bırakıyordu.
Sokağın başındaki evde, kocasını bekleyen kadın, perdeyle başını kapattı pencereden başını uzatırken. Henüz o zamanlarda kadınların ayağına gelen Overlok makineleri yoktu. Sokakta, evine dönen iki memurdan başka kimse görünmüyordu. Dağınık odanın içinde, bir şişe kolonya ve ilaçlar, sanki kullanan kişinin ilgi beklediğini bağırırcasına düşüyor ve sehpanın üzerinde duran iki kullanılmış mendile yarenlik ediyordu. Biraz karnı şişmişti saçlarını perdeyle kapatan kadının, belli ki yeni bir birey bekliyordu. Gece gündüz, "Sağlıklı doğsun, babasız büyümesin", diye dualar ediyordu. Başına sardığı perde, biber kızartması kokuyordu.
Hüma Teyze vardı, komşusundan bihaber, dedikoduyu demeden ve dinlemeden bir kenara koyan, kokusu pudra ve gül suyunu andıran minik bedenin içinde kocaman bir kalp taşıyan biriydi. Derin derin nefesler alıyordu, içine çekmeye çalışıyor gibiydi şehrin zehirini... Derin derin dondurucular yoktu evinde, eski ahşap dolaplar vardı, kapakları bakır telli... Çok değerli bir eşyası da yoktu, neredeyse bomboştu evi. Gerdanında, annesinden kalma hoş bir telkari; lâkin onu bırakmak için bile yoktu kimsesi, muhtemelen kendisiyle birlikte yok olup gidecekti bu zarif el işlemesi... Pencerelerini ve balkonunu ağaçlar kaplamıştı, ne bir yıldız görünüyordu pencere önü iskemlesinden, ne de odası içeri kabul ediyordu güneşi...
Yatağının üzerinde ağlıyordu hanım hanımcık yeni gelin Şadiye Abla. Zulmediyordu kayınvalidesi kocasının olmadığı zamanlarda; anlayamıyordu da derdini ona buna... Dua ediyordu içten içe, her dakika, bozulmasın diye bu yeni yuva. Mümkün değildi dönmek baba ocağına... Şadiye Abla'nın çiçekleri hızlı büyüyordu, serpilip tomurcuklanıyordu, gözyaşlarıyla sulana sulana...
Sokakta dört ev vardı televizyonu olan ve o evlerdi özel günlerde topluca oturulan... Biri banka müdürü, diğeri ağanın torunu, biri Almancı amca, diğeri de kendi halinde bir adam, yemek yaparak para kazanan yıllarca... Yol üstü lokantasından ekmeğini çıkarmış ve gelip geçenlerin karnını doyurmuş o yoldan... Söz açılmışken televizyondan, Karaoğlan büyümüştü, Barış Manço havadisler veriyordu dünyadan, açlık ve sefalet yine fazlaydı da, karnı doğanlar o zaman da anlamazdı açlıktan...
Kuşçu Hasan Amca'nın altın dişinden tanıyarak mı ona geri dönüyorlardı havaya saldığı paçalı güvercinler? Adamın gözü kuşlarından başka birşey görmüyordu ve belki de gözleri görmediği için okumadan yakıp duruyordu gazeteleri... Oğlunun çağrısına kulak asmıyordu, kullanmıyordu başkente giden otobüsleri. Kendisi yapıyordu otlu peyniri. Bir parçası olmuştu sanki ayağından çıkmayan hastane terlikleri...
Pazar kuruluyordu her perşembe, şehrin köylüleri bir baştan bir başa neşe katıyorlardı şehre. Pimpirikli Mesut, seçtirmezdi domatesleri. "Hepsi güzel ben çürük mal satmam! Söyle bana vereyim kaç kilo istiyorsan!" deyip, uzanan ele bir şaplak indirirdi. Okuldan gelen çocuğunun üstüne bir pazar önlüğü geçirirdi. Çocuk önlük üstüne önlükle, kırk yıllık pazarcı gibi, satışa girişirdi. Daha yeni çıkmıştı ön dişi. O şirinliğiyle babasını sevmeyen tüm müşterileri tezgaha çekerdi. Çocuk evin bereketidir diye, boşuna dememişlerdi... Pazarın kurulmasına gelince, şehirde hayatın devam ettiğinin en sıcak işaretiydi. Ağırlık yapıyor diye patatesler ve soğanlar sona bırakılırdı, ya da kocalar alırdı iş çıkışı. Kimse bilmezdi pazarın sonundaki Salçacı Amcanın ismini. Biber salçasını denettirmek için poşetler dolusu ekmek taşıyan Salçacı Amca, karnı acıkan bütün çocukların öz dedesiydi. Pazarcıların ahenksiz seslerinden oluşan senfoni, bu şehrin haftalık müziğiydi. Sadece biber biterdi tüm tezgâhlarda. Acısından tatlısına kadar sevilirdi bu şehirde biberin her tonu. Rengi ayırt edilmezdi...
Genç bir kız turuncu ve pembeye boyadığı civcivleri satardı. Yüzü kızara kızara o delikanlıya bakardı. Ne kızaran yüzünü gizleyebilirdi ne utancını, yine de bakmaktan kendini alıkoyamaz, o esmer yüzü izlemeye doyamazdı. Derdini de civcivlerine açar, kimseyle konuşamaz, bu aşktan kurtulamazdı. İlk gördüğü anın üzerinden yıllar yıllar geçmişti ama vuslata erememenin büyüyen yarasından başka, değişen bir şey olmamıştı.
Ülkemin doğusunda bir yere götüreceğim sizi, hikâye henüz yeni başladı. Tek katlı evlerin birinde bir kadın sancılandı. Günlerden pazartesiydi ve beni o şehre bıraktılar. İlk kez güneşi gördüm ve ilk nefesle açılan ciğerlerime ilk dolan kokunun kaynağı, biber kızartmasıydı. Oysa tadına bakmama daha uzun yıllar vardı...
(Hikâye serisi/1.Bölüm)
Selin'S
Yorumlar
Yorum Gönder