('BİR BAKIŞA' yazısını içerir.)
…Birden bire karşısında onu gördüğünde kötü geçen bir günün tüm stresini kaldırım kenarına bırakmıştı kız. O an ne tepki verdiğinden emin değildi, fazla mı gülmüştü acaba, gördüğü için sevindiğini çok mu belli etmişti? Bilmiyordu, tek hissettiği kafes kemiğini parçalamaya çalışırcasına çarpan kalbiydi. Kulaklığından beynine doğru süzülen müzik, araba kornaları, bebek arabasından yükselen feryat figan o ses durmuştu ve şehir tamamen susmuştu.
…Birden bire karşısında onu gördüğünde kötü geçen bir günün tüm stresini kaldırım kenarına bırakmıştı kız. O an ne tepki verdiğinden emin değildi, fazla mı gülmüştü acaba, gördüğü için sevindiğini çok mu belli etmişti? Bilmiyordu, tek hissettiği kafes kemiğini parçalamaya çalışırcasına çarpan kalbiydi. Kulaklığından beynine doğru süzülen müzik, araba kornaları, bebek arabasından yükselen feryat figan o ses durmuştu ve şehir tamamen susmuştu.
Kız kendini
eve attı ve bu güzel çarpıntının dinmesini beklerken uyuyakaldı. Uyandığında,
sanki biri uykusunda ona fısıldamışçasına, ‘Yarınımızın garantisi yok ve
kaybedebileceğim bir şey yok şu an için, konuşayım bari… Ama nasıl?’ Aklına
hiçbir şey gelmedi. ‘Biraz daha bekleyeyim’ dediği anda kendiyle çelişiyordu,
tamam çelişkileri severdi ama kendiyle çelişmek ne demekti? Cesaret edemedi
yine de, beklemekten başka çaresi yok gibiydi…
Ertesi gün,
dersten çıktığında biraz yürüyüş ve müziğe ihtiyacı olduğunu hissetti,
kalabalıktan da uzaklaşma isteği vardı. Ta ki o kalabalığın içinde, O’nun yakın
arkadaşlarından birini görene kadar. Yalnız mıydı o? Adını bilmesine rağmen ‘Sincap’
adını takmıştı kız bu sevimli arkadaşa. Düşünmeden –çünkü düşünse vazgeçerdi- Sincap’ın
kolundan tuttu:
-Bana on
dakikanı ayırmak zorundasın! Konuşmam lazım. Lütfen.
Neye
uğradığını anlayamayan Sincap, merakına yenik düşüp, dinlemeyi kabul etti.
Konuşmak için oturacak uygun bir seçene kadar yürüdüler ve bu esnada durmadan
düşündüğü için ağzını bıçak açmadı.’Şimdi… Konuşalım dedim ama nerden başlayıp
ne anlatacağım? Üstelik çok tatlı bir sevgilisi var, çok mutlular; gören olursa
kız yanlış anlarsa araları açılırsa kendimi çok pişman hissederim… En yakın arkadaşı söz konusu neticede, beni
ona layık görmeyebilir, arkadaşına konuştuklarımı anlatabilir. Anlatabilir
değil, kesin anlatır. Sonra karşılaşırsak ki elbet karşılaşırız; ben nasıl
yüzüne bakarım bir daha?’ Düşüne düşüne bir süre yürüdükten sonra ‘’Şuraya
oturalım, fazla vaktini almayacağım’’, dedi. Oturdular ve kız başladı
konuşmaya:
-Seninle Tifo
hakkında konuşmak istiyorum ben.
-Tifo?
(Kendime inanmıyorum! Adamın iki
tane lakabını birleştirip, aynı zamanda vücutta hızla yayılan bir hastalık, bir
salgın olduğu için ondan bahsederken ‘Tifo’ diyorum. Bu yetmiyormuş gibi en
yakın arkadaşının karşısında kullandığım isim de bu! Allah göstermesin şimdi
buna tutup ‘Sincap’ diye hitap edersem işim iş. Beklerim kendimden yaa… Yılın rezillik
madalyasını bana verecekler. Durumu nasıl toparlayacağım ben şimdi? En iyisi
açıklama yapmak, başka da alternatif çıkış yolu yok zaten.)
Açıkladıktan
sonra, Sincap’ın yüzündeki merak ifadesi, yerini alaycı mimiklere bırakmıştı ve
bu kız için gerçekten cesaret kırıcıydı. Yine de devam etti:
-Bak ben
hissettiklerimi ve aklımdan geçenleri sana anlatmak istiyorum çünkü en
yakınında olanlardan biri sensin ve şu an için elimden pek bir şey gelmiyor.
Benim arkadaşım direkt gidip kendisiyle konuşmamı söyledi fakat bunu yapacak
cesaretim yok. Yarın belki nefes alıyor olmayacağım veya olmayacaksın ve bu, O’nun
için de geçerli. Tabi ki hakkında bilmediğim şeyler bildiklerimden çok, evet
tanımıyorum, evet belki hislere inanmıyor, aşkı küçümsüyor olabilir ama ben
karşısına çıkıp ‘Bana bu şansı vermelisin’ diyemem… Bu kendimden tavizler
vermeyeceğim için değil, gördüğüm anda dilimin tutulmasından kaynaklanıyor.
İçimden geçen şeyler, saatlerce onu izleyebilme ayrıcalığına sahip olmak,
benimle konuşan sesini dinlemek, mutlu olduğumda ya da canım sıkkın olduğunda ona
sarılıp uç noktadaki hislerimi hafifletmek, ona yazdığım her şeyi kendi
sesimden ona okuyabilmek, fedakârlık hak etmeyen insanlar için uğraşmak değil,
onun için bir şeyler yapabilmek… Kısacası, kendi tarzımda onu sevmeme izin
vermesi yani… Ben böyle bir hissin olduğunu bile unutmuşum, saf duygulara sahipken
duygularıma, kirli çağın ayakları altında kirlenmesinler diye tozlu bir raf
bulup oraya saklamışım tüm hislerimi… Sevgiye inanmıyor gibi davranıp, kendime
duygusuzluktan bir duvar oluşturmuşum. Düşünsene, birini sevdiğinde 'acaba beni sevmediği halde menfaatleri için mi benimle konuşacak' şüphesi içine düşüyorsa, o çağın insanlarında bir sorun var demektir. Ama, şu yüz yıl önceki aşklar gibi bir
şey düşün, kalbin hızlandığı, utanma hissinin var olduğu, yüzün hala
kızarabildiği… Haa ‘Er geç bitecek bu his’ diyeceksin. Öyle olmuyor işte,
insanlar birbirine alıştıkça, ağırlı değil değeri artan bir maden gibidir
sevgi. En kötü ihtimali de düşündüm. Görüşmek istemeyecek kadar nefret
edebiliriz birbirimizden, fakat denemeden bilemeyiz değil mi? Bak, sana onun
için yazdığım bir yazıyı okutayım.
Sincap, artık
daha ciddi dinliyordu ve kız onun olumsuz bir şey söylemesinden korktuğu için
konuşmasına dahi fırsat vermiyordu. Çantasından bir defter çıkarıp Sincap’ın
önüne koydu; üstünde şunlar yazıyordu:
‘’ İnce bir ip
üzerinde yürümekti, yaşamak... Bazıları bu ipi örüp kalınlaştırmayı seçerdi,
zor gibi görünen kolayı, konforu ve temkinli davranmayı seçerdi. Anlamazdım
öylelerini. 'Tutkuyla yaşamak', bambaşkadır efendim. Dans ederek ilerlerdim ben
o ipin üzerinde, aşağı bakmaktan korkmaz ve tedbirler almazdım. İp incelirdi
zaman zaman, bazen de düğümlere takılırdım. Düğüm düğüm bakışlarla karşılaştım
günün birinde, öylece kalakaldım...
Bakışlarından
ziyade, gözleri şiiri hak eden adamlar
vardır efendim. Yüzlerinin ortasında bir Grek heykeli misali düzgün hatlarla
duran burunlarının üstüne düzgünce yerleştirilmiş bir çift okyanus mavisi veya
zümrüt yeşili yalana kapılırsınız. Şiirler yazarsınız, bakmaya kıyamayıp
mısralar dökersiniz... Önüne kelimelerden örülmüş yollar serer, o yolların
üstüne çiçek gibi hassas duygular dökersiniz. Adam, çamurlu ayakkabılarla
hepsini çiğneyip yanınızdan geçer ve sizi görmez. Duyduğu dizeler onu padişah
edasına bürüyen bir elmas taç olur başına; sonra sizi beğenmez... Kalırsınız elinizde ondan artan, hayat
kırıklığıyla... Bir başınıza...
Bir de...
Bir de şiir
gibi bakan adamlar vardır. Şiir... Öyle bir şiir ki; ölçütsüz, uyaksız, asi,
isyan türküsü havasında tutkuyla dolu, derin anlamların içinden taşacak gibi
durduğu bir çift kuyu misali, yeni anlamlara açık ve anlamı göreceli bir
şiir... Gözlerinin rengi, biçimi umurunuzda olmaz o bakışlarla karşılaştığınız
dakikadan itibaren. İşin ilginç yanı, bu adamlara yazmak isteyip yazamazsınız;
kelime arar ama bulamazsınız, şiirin kendisine de şiir yazılmaz zaten. Oysa en
çok onlar hak eder, dizelerden dizilmiş
yolları, mısralardan yapılmış taçları, buram buram saygı kokan mektupları,
sevgiyle dolan sarılmaları, elde kalması gereken mutlu anıları, birlikte
uyanılacak ılık sabahları...
İşte böyle
efendim,
Ben tam
hayatımdaki bir düğümü çözüp, ipin üzerinde ilerleyebilmek için adamlar atacak
kadar kendimi toparlamaya çalışırken; gözlerinize baktığım anda, ipin
aşağısındaki uçsuz bucaksız karanlığı görerek dengemi yitirdim. Evet, çok yukarılardan
konuşmuşum, bunu fark ettim. 'Kimseyi tanımak, insanlarla vakit kaybetmek
istemeyen, duyguları inkâr edip yalnızlığın üzerine mum diken' ben, benden özür
dilerim. ''Tanımayı deli gibi istiyorum ama haberi bile yok varlığımdan, Her
şeyiyle kabul edebileceğimi hissediyorum, aksi gibi, cesaretim yok şimdi,
üstelik ben söyleyemem de hislerimi'', derken buldum kendimi. Hakkınızda her
şeyi bildiğimi iddia edemem tabii, ama pek çok şeyi öğrendim, sevdikleriniz
sevmedikleriniz söyledikleriniz ve beklediklerinizle ilgili... İnanın
kestiremiyorum kalbimin bedenimdeki yerini, düşündükçe ben ''Ya biri varsa
hayatında, aklında? Ya kapalıysa ona çıkan tüm yollar?'' ihtimalini, kalbim bir
darağacına asıyor kendisini. Sonra... Güzel hayallerin içinde buluyorum kendimi
bir kez daha, gülümsüyorum ister istemez tüm dünyaya, ben bugünlerde daha
parlak görüyorum renkleri. Defalarca konuşup, defalarca vazgeçip değiştiriyorum
söylemek istediğim cümleleri...
Ve belki de,
Saçlarım sırf
bu yüzden kırmızı olmak istediler,
Gelip
gelmeyeceğiniz meçhul olan yollara serilip, sizi getirmek için bana.
Ve kırmızı
ihtilalin rengidir efendim,
Gelin, gelin
ki en büyük devrimi yapabilmek için yürüyelim 'aşk' a...
Sincap tepki vermeden okudu ve
sordu:
-Bunu, onun
için mi yazdın?
-Evet,
günlüğümde onun için yazdıklarımı da okumanı isterdim, n’olur anla…
-Neden
vermedin peki?
-Ne şekilde
verebilirdim ki, ne düşündüğünü bilmiyorum? Belki beni oldukça itici ve soğuk
bulan insanlar grubuna dâhildir o da…
-Benimle neden
konuştun?
-Çünkü tek
başıma taşıyamayacağım kadar ağır bir his bu, paylaşıp içimden atma ihtiyacı
hissettim. Onunla paylaşamaya… Evet! Tamam korkağın teki de, ne dersen de…
Bilmesini istiyorum ama çok korkuyorum ben…
-Ya… Çok
pardon adın neydi?
-Kırmızı…
İsmim Kırmızı.
‘’Kırmızı… Uyan, derse geç
kalıyorsun.’’, diyen arkadaşının sesiyle yine umutla umutsuzluğun çeliştiği bir
sabaha gözlerini açtı kız. Hiç değilse artık yapabilecek bir şeyi vardı.
Selin’S
Yorumlar
Yorum Gönder