Ana içeriğe atla

ÇINAR ADAM

Bir adam var yakınlarımda, aynı kelimeleri üst üste, dönüp dolaşıp yine kullanmak için yaratılmış gibi bir adam... Sığ denizlere benzeyen bir adam... Uyurken ölüye, uyanıkken diriye benzeyen biri; uyandığında üstündeki toprakları çırpmayı alışkanlık edinmiş. Sanki yetmiş yıldan beri aynı insanmışçasına, tarihi yok. Talihi, aşkı, macerası, bilgeliği yok. Onun için ‘Çınar Adam’ derler. Gerçekten de öyledir. Ona bu lakabın takılmasının sebebini bilmiyorum -çünkü çınar bilgelik, tevazu, uzun ömür gibi güzel anlamlar taşır- ama fikrimce bu adam isminin hakkını fazlasıyla veriyor. Bir çınarın ve bu adamın dünya üzerindeki varlığı (arada sırada yer değiştirmek dışında) tamamen aynı. Bu yaşlı adam konuşmaz, kimseyi yanında barındırmaz. Dünyevi hiçbir şeye sahip değildir. Muhtemelen akli dengesini yitirmiş, deli ve yaşlı biridir bu Çınar Adam.
Sanıyordum.
Dış görünüşünden tek oda olduğunu düşündüren evini, buraya geldiğinde kendisi yaptı. İnsanlarla iletişim kurmayı, özellikle kendimden büyük insanları dinleyip sorular sormayı çok severim. Bu adam kasabamıza geldiğinde yardıma ihtiyacı olup olmadığını sormak için ve biraz da merakıma yenik düştüğüm için yanına gittim. Evet, etraftan gelen uyarılara kulak asmadan yanına gittim! Bana nasıl davrandı biliyor musunuz? Tek kelimeyle korkunç! Kapının önünde beni görür görmez elindeki bastonu bana doğru salladı, nefretle gözlerini kıstı ve tıpkı bir –gerçekten bu tabiri kullandığım için affınıza sığınıyorum ama olan şey tam olarak da buydu- köpek gibi dişlerini gösterdi! Şok geçiriyordum. Bağırmasını anlardım, en kötü ihtimalle kovalamasını dahi anlayabilirdim ve zaten kendimi bu ihtimallere hazırlayarak gitmiştim. Lakin hiç beklemediğim bu pandomimsel tepki beni çok şaşırtmıştı. Oldum olası ne hissettiğimi, ne düşündüğümü davranış ve mimiklerimden ele veren biri değildim zaten; benim ters bir bakış atıp, ellerim cebimde ıslık çalarak ve taşlara vurarak yürümem, onun için eminim sinir bozucu bir davranıştı. Arkamdan gelip gelmediğine bile bakmadım, sakin tavrıma rağmen kalbim kulaklarımda çarpıyordu. O andan sonra benim için, gece vakti gördüğüm, dalları dans eden, ürkünç bir ağaçtan farksızdı. Üstelik boş biriydi. İnsani özellikler taşımayacak kadar boş... ‘’Bir insan tanımadığı birine neden öyle davransın ki?’’, diye düşünüyor ve iyi niyetimden dolayı kendime kızıyordum. Bir çınarın ve bu adamın dünyadaki varlığı kesinlikle aynıydı.
Öyle sanıyordum.
Kasaba küçüktü. Ben daha yetişkinliğe aday bile olmayan, bolca erkek
si tavır ve haşarılığa sahip, meraklı bir çocuktum. Bu adamı takibe almaya karar verdim, bir haftayı aşkın süredir kafamda o an dönüp duruyordu; hatta uykuya dalmadan önceleri hayal gücümün refakatinde inanılmaz senaryolar üretiyordum.
İlk senaryo: Bu adamın bahçesinde kesinlikle hazine vardı! Gece kasabaya girip onu bahçeye gömmüş ve sabahın ilk ışıklarıyla, hazinenin olduğu yere kendisi için bir ev yapmaya başlamıştı. ‘’Saçmalama Kozalak!’’ dedim kendime, ‘’o kadar parası olsa neden evini kendisi yapsın? İşçi tutar ve evini parayla yaptırır, ya da şehre iner kendine en genişinden bir ev satın alır. Bu ihtimali unut.’’
İkinci senaryo: Polislerden, jandarmalardan kaçıyordu bu adam! Birini öldürmüştü, aranıyordu. Yakalansa, bu kasaba gibi sakin bir yerde çok uzun süre konuşulan bir olay olurdu. Aranıyorsa ve ben ihbar etsem?.. Kahraman çocuk olurdum! Hadi ya yakalanmadan önce buradan birilerini de öldürürse? Zaten sadece dişlerini gösterdi, ısırması yakındır. Ben yarın jandarmaya gidip durumu anlatayım. Ama... Yok ya.. Değildir. Birini öldürüp buraya gelen bir insan hiç değilse şüphe çekmemek için daha normal davranışlar sergilemeye çalışır. Ya da daha büyük bir şehre gider ve kalabalığa karışır. Bulunma ihtimali yok denilebilecek kadar azalmış olur böylelikle. Bu kasabayı tercih etmez aranan biri...
Bunun gibi türlü türlü ihtimali düşünüp kendimi korkutarak, bazen gaza getirerek, son olarak hepsinden vazgeçirdim. Bu adamla ilgili diğerlerinden daha akla yatkın son bir düşüncem daha vardı: Çok zorlu bir memuriyet geçirdi, çok yoruldu, türlü türlü insanla uğraştı, hayattan hiçbir beklentisi yerine gelmedi, hiçbir istediğine ulaşamadı; emekli olduğunda da iş işten geçmişti çünkü çoktan keçileri kaçırmıştı. Ayrıca, tedavisi olmayan bir hastalığının olduğunu öğrenince içinden dere geçen bu sakin küçük kasabaya yerleşmek istemişti. Hayır. Bu da beni tatmin etmedi. En iyisi sorup öğrenmekti ama soramayacağımı ve sorsam da cevap alamayacağımı biliyordum. Bu durumda, en iyisi takip etmekti. Ailem evimizin çatı katını benim odam olarak düzenlemişti, penceremden onun evini rahatlıkla izleyebilirdim ama dışarı çıkarsa onu takip etmek için yeterli zamanım olmazdı. Çünkü gözlemlerime göre Çınar Adam, yaşına rağmen oldukça hızlı yürüyordu. Odamdan iki kat aşağı inip, bahçeyi geçmek için harcayacağım süre onu gözden kaybettirebilirdi. Ben de bahçedeki çalılıkların arkasına gizlendim ve bir yandan resim çizip bir yandan elma yiyerek evini izlemeye başladım. Bir gün boyunca o kapı hiç açılmadı ve o, evinden hiç çıkmadı... Hissettiğim şey tam bir hayal kırıklığıydı. Bu sefer de tam bir günümü boşa geçirdiğim için kendime kızıyordum... Ama pes etmeyecektim. Ertesi gün de uyanıp aynı yere geçtim ve çok umutlanmamak için kendimi telkin etmeye başladım, o sırada oldukça şaşırtıcı bir şey oldu, on dakika bile geçmemişti, Çınar Adam evinden çıktı. Elinde bir poşet vardı, seri bakışlarla etrafına göz atıp, elindeki poşeti biçimsiz paltosunda, eskidiğinden dolayı artık seçilemez hale gelen bir cebe bıraktı. Yürümeye başladı, ben araya beni göremeyeceği ama onu gözden kaybetmeyeceğim bir mesafe koyarak onu izliyordum. Kasabamız şehre yürüme mesafesiyle kırk dakika uzaklıktaydı ve biz kırk dakika yürüdük. Hale geldik, annemin ayda bir kez inip sebze ve ucuz et bulduğu yerdi burası. Halde bir adamla konuştu, uzunca bir pazar arabası aldı ondan, onu sırtlanıp yürümeye devam etti, saatlerce kâğıt topladı. Gördüğü tüm kâğıtları ve kartonları topladı. Açlığıma aldırmıyordum, susadığımda en yakındaki çeşmeden su içip yürümeye devam ediyordum. Hava henüz kararmadan o arabayı yine aynı adama verdi, bunun karşılığında bir miktar para aldığını gördüm. Sonra tekrar yürümeye başladık. O parayla ne yapacağını çok merak ediyordum. Cebindeki poşeti çıkarıp eline aldı ve bir ara sokağa girdi, bu ara sokak boylu boyunca kitapçılarla doluydu. Elden düşme kitaplar, kullanılmadığı için satılanlar, başkalarının okuması için bırakılanlar... Yerlere serilmiş kitaplar, çay içen kitapçılar, kitapları karıştıran gençler... O sokağın sonuna kadar gidip, elindeki poşeti kitapçıya verdi, kitapçı poşeti açıp içindekini çıkardı: Bir kitaptı bu... Çınar Adam bir müddet kitap tezgâhını inceledi; bir tane kitapla elindekini değiş-tokuş etti. Tam gideceği sırada geri döndü, gözüne ilişen başka bir kitabı eline aldı ve cebindeki parayı çıkarıp bu kitabı da aldı. Yüzünde kendinden hoşnut ufak bir tebessüm vardı, benimse iyice merakım artmıştı.
Onun hakkındaki düşüncelerimden dolayı kendimden utanıyordum.
Onun için bir şeyler yapmak istiyordum. Bundan sonra harçlıklarımı biriktirip kitap alacak ve bu kitapları elimden geldiğince kısa sürede okuyup onun kapısına bırakacaktım. Böylece, hem ben sevdiğim bir şeyi yaparak kitap okumuş olacaktım, hem de birini mutlu edecektim. Yaptım da... O hafta bir kitap bıraktım, ertesi hafta iki tane... Kapısının önüne bırakırken, görmesin diye, içimde korkuyla, hızlı hareket ediyordum. Odamın penceresinden bakarken, kitapları bulduğu anda yüzündeki şaşkınlığı tahmin edebiliyordum. 1989 yılının serin bir nisan günü, akşamüstü buldu ilk kitabını... Birden durdu, davranışlarından, yüz ifadesini tahmin etmek zor değildi. İki aya yakın bir süre bu macera devam etti benim için,-küçük bir yerde yaşayınca, böyle şeyler hiç de sıradan olmayan bir hava katıyor insanın hayatına- nitekim iki ay sonra tekrar gittiğimde birden kapı açıldı, görmesem de rengimin attığını hissettim, kalbin kulaklarda atması tabirinin ne kadar gerçek olabileceğini o an, orada yaşadım ben... Uzun bir süre hiç konuşmadığını belli eden ve aynı zamanda küçümseyen bir ses tonuyla şöyle dedi:
-Gel bakalım küçük fare!
Nutkum tutulmuştu, elimde kitapla öylece kalakalmıştım. Ses tonundaki alaycılığa rağmen bakışlarında bir şey vardı... Şefkat! Birden korkumun hızla azaldığını hissettim.
-Af edersiniz, diyebildim, konuşabilecek kadar kendimi toparlamıştım. Onu takip ettiğimi, kitap aldığını gördüğümü anlattım, özür diliyordum üst üste. Konuşmam bitene kadar ses çıkarmadan beni dinledi.
-İnsanları sevmem ben, dedi. İnsan olamadıkları için sevmem. İnsan olanlarla alay ettikleri için, vicdanı ve hisleri küçümsedikleri için sevmem. Sen onlardan değilmişsin...
Bahçesinde bir tane tabure vardı, bir tane de evinin içinden çıkarttı, oturdu ve eliyle bana oturmamı işaret etti. Adımı sordu.
-Düşize benim ismim, dedim, ama bana Kozalak derler. Sonrasında olayı anlattım, eteğime sığabilecek kadar çok kozalağı toplayıp okulun çatısına çıktığımı ve tüm öğrencilere hatta öğretmenlere kozalak fırlattığımı; uzunca bir süre kozalakların nereden düştüğünü kimsenin anlamamış olmasının ardından, okul müdürünün durumu fark edip gizlice çatıya çıkarak beni kulağımdan yakaladığını ve neredeyse altı yıldır bana ‘Kozalak’ dediklerini duyan Çınar Adam’ın gülmemek için kendini zor tuttuğu belliydi. (Gerçi yüz hatları öylesine sertleşmişti ki, gülse, bu belli olur muydu bilemiyorum.) Ben de benimsemiştim artık bu ismi, şikâyetim de yoktu.
-Peki ya Çınar Adam demelerinin sebebi nedir, diye sordum.
-Buraya ilk geldiğim gece, bir ağacın dibinde uyuyakaldım ben, sanırım uykumda sayıklıyordum. Bir adam geldi, sonra onu birkaç kez kahvehanede otururken gördüm, tanımıyorum. O, beni uyandırdı, sorular sordu. Adın Çınar mı dedi? Uykumda sayıklıyordum sanırım. Adım Hikmet. Çınar, benim... Duraksadı, konuşmaya devam etmesi için soru sormam gerektiğini hissettim, yüzüm dev bir soru işaretine dönmüş olmalı ki, bir şey dememe gerek kalmadan devam etti:
-Ben buraya tesadüfen geldim. Çok uzun süre yürüdüm. Çok...
Ardından Çınar’ı anlattı. Köylerinin en güzel kızıymış Çınar. Hikmet de köyün çobanıymış... Evlenmek istemişler, Hikmet kızı babasından istemiş ve ‘Benim çobana verecek kızım yok!’ tepkisini almış. Sonra işi zorlaştırıp gitgide artan bir başlık parası mevzusu döndürmüşler bu gençlerin güzel hislerinin üzerinden... Hikmet sabırla her istenileni yapmış; bakmışlar ki olacak gibi değil, kaçmaya karar vermişler. Bu planı uygulamaya koymadan, babası şehirden zengin bir oğlana vermiş kızını. Düğün günü Çınar, gelinliğini giymiş ve odasının camından kaçıp perişan haldeki Hikmet’in yanına gitmiş. Hiçbir şey almadan kaçmak için yola çıktıkları an yakalanmışlar ve kız köyün tepesinden aşağı bırakmış kendisini... O tepenin adı, o gün bugündür Gelincik Tepesi’ymiş. Evine kapatmış Hikmet kendisini, okuluna gitmiş çocukken, okumayı severmiş. Kitapları tek dostu olmuş, on yıldan fazla süre dul ablası dışında kimseyle konuşmamış, onu da kaybedince çıkmış artık köyden... Yürümeye başlamış, kırklı yaşlarında günü birlik işlere girip geçimini sağlıyormuş. Tarlalarda, inşaatlarda çalışmış. Yine kimseyle konuşamamış. Kimseyi de sevememiş Çınar’dan sonra...
Elimdeki kitap hala duruyordu, elini uzattı, ben de kitabı uzattım. Cemil Meriç’in Jurnal’i... Rastgele bir sayfa açtı ve sesli okumaya başladı...
-Gözyaşlarından inci yapmak... Şairin kaderi bu. Bu incilerin bir sevgili kâkülünde pırıldadığını görebilmek de en büyük mükâfatı. Benim zavallı gözyaşlarım..! Chenier'yi hatırladım, Saint-Lazarre zindanında ölüm saatini bekleyen Chenier'yi. Gençti, güzeldi, kaleminde kelimeler şelaleleşiyor, hayatı şehvet ve ihtirasla seviyordu. Chenier'yi hatırladım, Chenier'yi ve onun son sevgilisini. O genç kız ki henüz taptaze bir başaktı. Yeşil bir başak ve yeni açmış bir gelincik. Ve ölmek istemiyordu. Ölüm! Kovaladıkça kaçan, kaçtıkça kovalayan insafsız ilahe. Ama mesuttular, Chenier genç sevgilisinin bakışlarında aşkın yıldız yıldız pırıldadığını gördü... Ve o devirde giyotin bir nevi lejyon donör nişanıydı. Ölmek istiyorum, dekorsuz, poz almadan.(burayı okurken sesi titredi) Batan bir güneş gibi ihtişamla değil, kaderin bileklerime taktığı prangalardan kurtulmak için ölmek. Mütevazı bir odadan süslü bir salona geçer gibi, realiteden tarihe geçmek umurumda değil. Ah inanabilseydim! Istırap gayyasında aylarca kaldım, orada yalnız sükût vardı. Neredesin, yanan alnımı müşfik avuçlarında dinlendirecek Meçhul Dost? Toprak olmak. Bağrında çiçeklerin yükseldiği bir toprak ve çiçeklerde yaşamak... Artık tabiatı da sevmiyorum. Belki bütün bunlar yalan... Her şey gibi... Sevilen bir sesin, seven bir sesin sıcaklığı bütün bu soğuk düşünceleri dağıtabilir, nerede o ses? Biliyorum bedbahtlar zalim olur, ben de zalimim... ama...
Boş değildi... Çınardı evet, ama çınar ağacı değildi. O, diğerleri gibi değildi, yine önyargıların bir insanda tezahür ettiğine tanık olmak kötüydü, aynısını ben de yaşıyordum. Önyargılar, önyargılarımız...
Kitaplar, fedakarlıklar ve hayal gücüyle oluşan, onun ıstırabına ortak olduğum ve beni ıstıraplardan uzak tutmak için sürekli –yılların acısını çıkarırcasına- benimle konuşan ve konuşmadığımız zamanlarda bile birbirimizi anlayabildiğimiz bir dostluğa sahip olmuştum...
Bu dostluğun adı Çınar’dı. Hikmet idi... Ve ne hikmettir ki, benden başka herkes, onu cehaletin yahut deliliğin kurbanı zannetti...

Selin’S

Yorumlar

  1. -İnsanları sevmem ben, dedi. İnsan olamadıkları için sevmem. İnsan olanlarla alay ettikleri için, vicdanı ve hisleri küçümsedikleri için sevmem. Sen onlardan değilmişsin...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

KÜLLERİ YAKAN DİYALOGLAR

Selin: Ben, Şiirlere ve yazılara isim bulmakta usta olan ben, Hissettiğim şeye bir ad bulamamakla birlikte, hissediyorum. Hislerim hala yaşıyormuş. Hadi kutlayalım bunu, bu gece ölmeyen hislere içiyorum. Ve aynı şarkıyı, aynı kişi için defalarca kez üst üste dinliyorum. Umut: Aynı şeyi aynı kişi için her gece hissetmekten farkı ne ki? Aynı insana yazmıyor muyuz ömrümüz boyu tüm şiirleri? Selin: Hissettiğin an, içinde yaşıyorsun bir şeyleri. Kaldı ki bence öylesi daha iyi, bazı şeyler bilinmemeli. Umut: Tavandaki karolari saymaktan gözlerim bozuldu. Biraz da sesim kısık şarkı söylemekten bağıra bağıra. Görüyorum... Selin: Göremiyorum. Ne alfabedeki harfleri, ne yazdığım şiiri... Ne hislerimi ne bir gün sonrasını… Boğuluyorum. Umut:  Bak, şimdi karanlık ama yine doğacak güneş. Biz dursak da dönüyor dünya, biliyorum. Yıka yüzünü okyanuslarla, dağlara tutun, taşları sevmiyorum. Kalk hadi. Selin: Okyanus güneşin yakıcı sıcağına da...

Kararınca Karıncalar

Çok normal bir cümle içerisinde fark ettim yalnızlığımı, Şimdiye kadar olmaktan keyif aldığım bu durum Ağır ve ciğerlere inmeyen bir nefes gibi dizildi boğazıma Aslına bakılırsa yalnız sayılmazdım öyle çok da Kararınca karıncam vardı, Yetecek kadar şarap ve peynir, Benim olmayan bir aile, Kocaman bir aşk belki karşılıksız belki karşılıklı, Kırık kitaplığım vardı hislerimden hallice İzlediğim unuttuğum filmler, Gidip de gezemediğim şehirler Ve tonlarca soru işareti ile dolu bir beynim... Kalabalığı daha kısa özetleyemezdim. Selin'S

Artık Sevmiyorum Ba(ş)lıkları

Çocukken alıştığımız gibi devam ediyordu hayatım, Çünkü biz sesi bile çıkmayan bebekleri uyutmaya çalışıyorduk küçücük dizlerimizde... Olmayan sobalara kesilmemiş ağaçlar atıp yanmasını izliyorduk, Hatta benim bir battaniyem vardı, turuncu, yarım, yaprak desenleri üzerinde Ben onu çırpamazdım, üzerinden yapraklar dökülmesin diye... Bir şeyler yine sahteydi çocukluğumda ama mutluydum... Olmayan aşkına tutunup, olmayan bir adamı seviyorum şimdilerde. Bazı şeyler kadar sahte olan bu durumda şimdi neden mutlu olamıyorum? Beş yıl kalmıştı otuz yaşıma, Nereden bakıldığına bağlı olarak çok genç ve çok yaşlıyım... Elimde dolunay çizelgesiyle geçişini izlerken ayların Aylar kendine yuva edinir kaplumbağa kabuklarını bayım Çığlardır parlayan gökyüzünde, Yıldızlar soğuktur aslında, Bir başka gezegende bile siz varsanız hayat vardır Ben yine kelimeleri yanarken soğuktan donan bir şehirde Sizin verdiğiniz nefesleri almaktayım... Üç defa da öldüm üstelik, gerçek birer ölümdü h...