MADDEDEN ÖTE, MATERYALDEN ZİYADE
‘’Pour être créatif, il faut aussi savoir résister
aux pressions sociales.’’
(Yaratıcı olmak için, toplumsal baskılara dayanmayı bilmek gerekir.)
Bir cenin
düşünün; dünyaya geldiğinde yabancılık çekmemesi için tüm element ve
molekülleri vücudunda barındıran, en büyük mikro organizma yahut en küçük makro
organizma denilen sistemin oluşumu... Dünyaya geldiğinde uyum sağlayabilmesi
için gerekli olan her şey bu sistemde mevcut, fakat bir eksiği var: Ruh. Yani
nefes. Allah ona kendi nefesinden üfler; özü, ruhu budur insanoğlunun. ‘’Biz,
size şah damarınızdan daha yakınız.’’ Şah damarımızdan da yakındır; benliğimiz,
aldığımız her nefes ve ruhumuz O’dur çünkü. ‘Vahdet-i vücud’ felsefesinde
Allah’a karışmak ile meditasyonla özüne dönmek benim nezdimde aynı eylemlerdir
–aynı amaca yönelik yapılmak şartıyla-. Vahdet-i vücud: nefsin yok edilmesi,
iradenin artırılması ve düşüncelerin arıtılması ile Allah’a yakınlaşmak için
uygulanan, sufist bir yöntemdir. Meditasyon ise, özü budizme dayanan; insanın
özünü daha iyi tanıması, kendini bilmesi, dünyadan soyutlanıp ruha odaklanması
için uygulanan bir yöntemdir. Ortak noktalarından başta geleni ‘’En-el Hak’’tır.
Kendini bilmek... Özündeki sevgiyi ve mucizeyi keşfetmek. Kendini bilen,
Rabbini; Rabbini bilen kendini bilir. Ruhunda yaratıcısından bir parça
taşıdığının farkındalığı ile camide meditasyon yapan bir müslümanın, diğer
insanlar tarafından –üstelik çoğu anlamlarını bile bilmediği halde- ‘’ateist,
zerdüşt, budist’’ damgalarına maruz bırakıldığı bir toplumda yaşıyor olsak dahi;
düşünce yaratıcılığını, hayat ilkesi olarak benimseyen insanlar, toplumsal
baskılara dayanmayı da bildikleri için, kızgın mühürlerden etkilenmemeyi
öğrenmişlerdir.
İnsandaki
affedicilik, güvenilir olma, güvenebilme gibi,(belki egomuz bile) insanları
diğer canlılardan ayıran pek çok özellik Esma-ül Hüsna’da geçen özelliklerdir,
bu bile içimizde Allah’ı taşıdığımızın kanıtıdır aslında. Ego ve yaratıcı
arasında zihnimde ilişki kurduran şey, sadece birkaç çağrışım... ’Allah’
deyince zihnimde beliren figür, ‘doğmamış ve doğrulmamış’, yalnızlıktan
sıkılıp, küresinden birkaç galaksiyi yönetip tüm insanları izleyebilen,
cinsiyeti olmayan bir büyücüydü henüz çocukken. Sembolik halinde anlatılmıştı,
sembollerle biliyordum konuyu. Havva, ağaçtan bir elma koparıyor, bir kez
ısırıp Adem’i de ikna ediyor. Daha küçük, zorluklarla dolu bir âleme
gönderiliyorlar, bu yetmezmiş gibi iyice kısıtlanıyorlar. Mahremiyet giriyor
işin içine, ölüm giriyor, kayıplar, kazalar... Esasında, Havva Levh-i Mahfuz
diye bilinen kutsal kitaptan(sembolik ağaç), kutsal bilgiyi(elma)
okuyup(ısırık), bunu Adem ile paylaşıyor. Bunun üzerine cennetten kovuluyorlar.
Şuraya geleceğim; birine bir şeyi yapmamasını söyledikten sonra, yapmaya devam
ediyorsa, koyduğunuz kural çiğnenmiş olur ve bu sizi sinirlendirir. Egolarınıza
yenilirsiniz. Daha çok kısıtlarsınız, bu böyledir. Egoların da Tanrısal bir
özellik olduğunu düşünme sebebim bu, neticede bize az verilmiş olandan, sonsuzu
O’nda mevcut, bize bahşedilmemiş olandan da...
Ne yazık ki
insan her aklını kurcalayan soruya cevap bulamıyor.
2/Bakara 29:
Sizin için yerde olanların tümünü yaratan O’dur. Sonra göğe yönelip (istiva
edip) de onları yedi gök olarak düzenleyen O’dur. Ve O, her şeyi bilendir.
23/Muminun 86:
De ki: “Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş’ın Rabbi kimdir?”
41/Fussilet
12: Böylece onları iki gün içinde yedi gök olarak tamamladı ve her bir göğe
emrini vahyetti. Biz dünya göğünü de kandillerle süsleyip donattık ve bir
koruma (altına aldık). İşte bu, üstün ve güçlü olan, bilen (Allah)’ın
takdiridir.
65/Talak 12:
Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların
arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın her şeye güç yetirdiğini ve
gerçekten Allah’ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için.
67/Mülk 3: O,
biri diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır.
Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt)
göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve
çarpıklık) görüyor musun?
71/Nuh 15:
Görmüyor musunuz; Allah, yedi göğü birbirleriyle bir uyum (mutabakat) içinde
yaratmıştır?”
78/Nebe 12:
Sizin üstünüze sapasağlam yedi gök bina ettik.
Yedi kat yer,
yedi kat gök, haftanın yedi günden oluşması, yedi temel renk, yedi nota, bu
yedi notanın frekanslarının yedinin katları üzerinden gitmesi, insanın
vücudunda yedi enerji çakrasının mevcut olması, bu yedi çakradan her birine
yedi temel renk ve notadan birinin denk gelmesi, genel olarak ayetlerin yedi ve
katlarıyla okunması, dünyanın yedi harikası... Büyük Ayı takım yıldızında yedi
tane yıldız bulunur. Kâinatın 7 günde yaratıldığı bilinir. Kâbe’nin etrafı 7
kere tavaf edilir. Mevlevilikte 7 bilgelik rakamıdır ve Mevlevilerde 7 selam
vardır. -Hz. Mevlana’nın 7 öğüdü vardır- Bu süreç Bektaşilikte “yedi erkân”,
Ahilikte de “yedi ad yedi şart” diye bilinir... Bunlar daha da artırılabilir.
‘’Tesadüfîdir’’ diyemiyorum, çünkü bu düzenekte tesadüf diye bir şey yok!
Bahsettiğim
şekilde bedenin, yedi ana enerji merkezi vardır. Sanskritçe’de çakra olarak
adlandırılan bu enerji merkezleri, güçlü elektrik alanlarıdır, gözle
görülemezler. Bu yedi güç istasyonunun her biri bedenimizde hormon salgılayan
bezlere karşılık gelir. Bu bezlerin hormon üretimini uyarırlar. Başka bir
deyişle, fizik bedenimizdeki ismi ile hormon salgılayan iç salgı bezleri enerji
bedenimizdeki çakralara karşılık gelirler. Yedi ana çakradan her birinin, hem
fiziksel beden, hem de şuurumuzu etkileyen belirli fonksiyonları vardır.
Çakraların her birinin belirli bir frekansı ve rengi vardır ve birbirleriyle
bağlantılı olarak sürekli alış veriş halindedirler. ‘Çakra’ mutlaka pek
çoğumuzun bildiği, hatta hakkında fikir sahibi olduğu bir konu. Peki ya
dünyanın çakraları? Ley hatları dünyanın enerjinin hatsafaya çıktığı ender
yerlerdir. Çok belirli noktalardır ve genelde bütün paganist öğelerin
varlıkları bu bölgelerde ya da yakınlarında olmuştur. İnsanların bunları
ziyaret edip etraflarında gezinerek enerji akışı sağlamaları için bizzat
insanlar tarafından yapılmışlardır. (Altın Çağda insanların bunun farkında
olduğu düşünülür.) Çakralar gibi, vücudumuzun aurası da vardır ve aynı şekilde
dünyamızın da aurası vardır. Latince bir kelime olan Aura’nın manâsı,
parıldayan ışıktır… Vücudun etrafını saran bir enerji alanıdır… Fizik beden,
Aura sayesinde evrensel enerji ile temas kurar… Biyolojik bedenin etrafını
eterik beden sarar. Bizim yedi enerji bedenimiz vardır. İnsanların duygu
değişimleri, Aura’da dalgalanmalar veya renk değişimleri şeklinde kendilerini
ifade ederler… Biyolojik beden, salgı bezleri ile; eterik beden, çakralarla
ilgilidir. Dünya üzerindeki bazı özel yapılar var olan enerjileri
değiştirebilir ya da arttırabilir. Dünyanın yedi harikası tamamen enerji
akışını sağlamak amacıyla olağanüstü yerler olarak tasarlanmıştır. Dediğim
gibi, her şeyin bir sebebi var.
Araştırıp sorgulamak zor geliyor ve bildiğimiz çoğu
şeyi doğruluk süzgecinden geçirmeden kabul ediyoruz.:
96 / ALAK -
1
Ikra’bismi rabbikellezî
halak(halaka).
Yaratan Rabbinin İsmi ile oku.
96 / ALAK - 2
Halakal insâne min alak(alakın).
İnsanı bir alaktan (embriyodan)
yarattı.
96 / ALAK - 3
Ikra’ ve rabbukel ekrem(ekremu).
Oku ve senin Rabbin, sonsuz
kerem sahibidir.
İkra! (Oku!) diye öğretilen
kelimenin aslı, Arapça karae fiilidir. Henüz defter kitap ortada yokken
kullanılan bu fiil, ‘adımlamak, öğrenmek’ anlamlarını taşır. Yani zannedildiği
gibi ‘okumak’’ değildir emredilen; anlayıp, öğrenmektir. Kur’an-ı Kerim’i baştanbaşa
hiçbir şey anlamadan binlerce kez okusanız ne fayda!
Mevlana’nın o en bilinen sözü...
‘’Gel, ne olursan ol yine de gel!’’ Peki ya, bu söz yanlış biliniyor desem? ‘’Mevlana’yı
çok seviyoruz.’’ Neye göre? Mevlana bir İslam âlimi değil ki, bir filozof.
Felsefesini anlamayı denemeden neye göre seviyoruz? Anadolu’ya mal olduğu için
mi? Ters giden bir şeyler var; Şems-i Tebrizi mi Mevlana’nın öğretmeniydi,
Mevlana mı onun öğretmeniydi, hangisi âşık hangisi maşuktu, tavuk mu yumurtadan
çıkardı, yoksa yumurta mı tavuktan? İkisi de hem aşık hem maşuk, hem öğretmen
hem öğrenciydi ve o dönemde aralarındaki ilişki eşcinsellik boyutunda görüldüğü
için iki kez ayrı bırakılmışlardır, Mevlana’nın dönme felsefesiyle yaptığı
ibadet sadece dans olarak görülmüştür. Evrenin oluşumunda her şey dönme
eylemiyle var olur, gezegenler kendi eksenleri etrafında ve birbirlerinin
ekseni etrafında döner. Atom parçacıkları, moleküller birbirlerinin etrafında
döner, en küçük parçadan en büyük parçaya her şey... Mevlana’nın bu döngüyü
zikrederek yaptığı ibadet dönerek kendinden geçip, ‘kendine’ karışmaktır.
Farsçasında ‘’Dön gel! Ne olursan ol yine de dön gel!’’ olarak yaptığı çağrı,
İç Anadolu insanında yine bir eşcinsellik çağrışımı yaptığı için ‘Dön!’
kullanılmamaktadır. ‘’Ne olursan ol yine gel!’ sözü Mevlana'dan 100 sene önce
yaşayan Sufi "Ebu Said" e aittir. Mevlana’yı sevmemizi sağlayacak
olan ve onu farklı kılan noktaları sildikten sonra, anarken sevgi sözcükleri
kullanmamız da bir şey ifade etmez bence...
Yanlış bildiğimiz, gözden
kaçırdığımız, birbiriyle bağlı olmasına rağmen ‘tesadüf’ deyip geçtiğimiz çok
şey var fakat çoğu şeyi düşünmeden günü kurtarmak için yaşıyoruz. Evrende her
şey mucizevî bir biçimde birbiriyle bağlantılı ve bunu anlamadan geçen her
anda, kendimizi muhteşem bir düşünsel şölenden mahrum bırakıyoruz.
Her zaman söylediğim şeylerden
ilki: Her şey tamam, her şey hazır.
Evren emrimize amade... Bizler sadece ‘Sevgi’ye hizmet etmekle yükümlüyüz.
İkincisi: ‘Farkındalık’ çıtanızı
yüksek tutmanız dileğiyle...
Selin'S
S
Yorumlar
Yorum Gönder