ÇELİŞİK HİSLER
ÜZERİNE
Hatırlamadığım çok şey var, hiçbir zaman 'fil
hafızası var bu kızda' denilecek biri olmadım... Hatırladıklarım da canımı
acıtmaktan başka bir işe yaramıyor. Anılar. Mutlu anlar, üzücü anlar.
Mutlulukların içindeki üzgünlükler ya da dramların içinde kahkaha krizlerine
sokabilecek komediler...Hep söylemişimdir, 'hayat' ayrı, 'çelişki' ayrı
kavramlar değil. Hayat çelişkili demek de yanlış, hayatın kendisi çelişkidir.
Her anımız birbiriyle çelişir, Tüm denge değerlerimi yitirmeme az kaldı.
Banka memuru bir babanın kızı olmak şahane
ve iğrenç bir durum. Çok yer gezmek, sürekli yeni şehirleri 'tanımak',
insanların hem değişip hem aynı kalması çok güzel. Ortam adaptasyonu sıfır
olan, kendini eve kapatan ve sinir hastalığı potansiyeli kronik olarak yüksek;
sinirlenme çıtası gittikçe düşen ve ondaki kötüye giden değişimi (20 li
yaşlardan sonra) bir film şeridi gibi izleyebileceğin bir anneyle büyümek çok
korkunç... Babamla dağlık tepelik yerlere gidip tüfekle atış yapmak, o mangalla
uğraşırken hangi çalının yaş hangi çalının kuru olduğunu kestirmeye çalışmak,
kızgın ve mutlu anlarında gözlerinin parlaklığına şahit olmak ne kadar
muhteşemse; dağlık tepelik yerlerden, doğadan, piknikten ve kamptan
hoşlanmadığı için evde bıraktığın anneni düşünerek vicdan azabı çekmek bir o
kadar dayanılmaz...
İlk şiir denemende annenin teşvikleriyle
yazmaya devam etmen ve Türkiye çapında bir yarışmaya bu şekilde katılıp, çok
iyi bir dereceye girdiğinde hiç umursanmamak anlaşılmaz bir durumdu benim için.
Anlayamıyorum.
Mesela her sinirlendiğinde evin içinde
koşardım yakalayana kadar, koşarken arkamı tuta tuta koşarmışım. Nasıl trajik
ve ne kadar komik!... Canın yanması korkusu çok trajik bir çocuk için, bir
çocuğa neden şiddet uygulansın ki? (Bunu sorgulasam ve eleştirsem de, onun gibi
bir anne olacağımı bilmek üzücü) Ama yapılan eylem gülünç. Anlatır arada, ben
hatırlamıyorum. Hatırladıklarımın arasında şu var: Kızdığında beni koltuğun
kenarına sıkıştırıp gözlerini kocaman açar ve parmağını bana doğru (gelişine
vurmak adına) sallardı ''Sakın! Sakın bak!!! Bak sakın! Bak sakın tamam mı
sakınnnn! '' Ulan, 'Sakın!' ı anlarım, sakın bir daha yapma demektir. Sakın bak
ve bak sakın da aynı şekilde anlaşılabilir ünlemler. Ama 'Sakın bak tamam mı'
yı bana kimse anlatamaz. Saçma sapan bir ünleme bir de cevap bekliyor...ve ardı
arkası kesilmezdi. 'Tamam mı?! Tamam mı diyorum sana!!!' Bir çocuktan
gelebilecek en anlamsız ve buna rağmen en mantıklı cevabı verirdim:
-Tamam peki
sakınırım.
O yaşa göre sağlam
performans ha?
Kurcalamaya, sorgulamaya başladığım yaşlar o
zamanlardı muhtemelen. Bir şey keşfettim ve çok üstüne gittim: şaka amaçlı bile
olsa bir yalan söylesem gerçekleşiveriyordu! Bir arkadaşıma, bir enstrümanı
çalabildiğimi söyledim (piyano) ve bir hafta geçmeden babam beni onun kursuna
kaydettirdi. Hiç konuşmadığım birinden 'arkadaşım' olarak bahsettim ve öğle
yemeğinde yanıma oturdu, sonrasında çok yakın arkadaş olduk. Buna benzer bir
ton şey... Yıllarca sürdü bu durum, evrene mesaj gönderme konusunu benim bu
keşfimden çok uzun zaman sonra attılar ortaya. Benim aram onunla zaten iyiydi,
olmasını istediğim şeyi söylüyordum ve karşımda buluyordum. Bu kadar. Fakat
yalan söylerken bu durumu göz önünde bulundurup dikkatli olmalıydım ki başıma
patlamasın. Ama lise son sınıfta, üniversiteye giriş sınavına hazırlanıp okulun
saçmalıklarıyla uğraşmamak için kırk günlük heyet raporu alırken bu aklımda
yoktu. 'İkinci derece yanık' gerekçesiyle bir rapor hazırlamışlardı bana. O
rapor eve geldi, salonda masanın üstünde unutuldu gitti. Akşamları eskiden
çaysız gitmezdi, şimdi şarapsız gitmiyor. Çay demliyordum, Çaydanlığın altı
kaynayınca, demliğe onu döktüm ve demliği tezgahta bırakıp alta tekrar su
koymak için arkamı döndüm. Henüz bir buçuk yaşındaki kardeşimin salondan
mutfağa geleceğini bilemezdim. Boyunun mutfak tezgahına yetişmesi zaten mümkün
değildi. Kaldı ki çaydanlığı tutup kendine doğru çekecek... Arkamı döndüğümde
son gördüğüm tablo buydu ne yazık ki ve tek yapabildiğim hızlı bir şekilde
yüzünü geriye doğru ittirmek oldu. Bir haykırma... Ardından babamın mutfağa
girip 'Ne yaptın sen!' diye bağırışı. Şok etkisi ve tepki verememe
kımıldayamama durumum... Kardeşimi soğuk suya tutup hastaneye götürdüler ve
konulan teşhis ne şaşırtıcı ki: İkinci derece yanık. Sırtı hariç bütün vücudu.
Dokuları kendini hızlı yenilediği için büyük bir insandan daha kolay atlattı ve
ben o günden sonra doğru olmayan hiçbir şey söylemedim.
Yılda bir kez gördüğüm iki tane kardeşim
var benim. Büyüme aşamalarını yanlarında olsam fark edemeyecektim. Az gördüğüm
için üzülmüyorum o yüzden. Gördüğüm her kareleri aklımda silinmeyecek birer
fotoğraf olarak duruyor.
Suçluyorum annemi. Suçlu da zaten, bu
değişmeyecek. 'Bir insan doğurduğu kişiye eziyet edebiliyorsa, üzerinde hiçbir
emeği olmayan insan ona kim bilir neler yapar?', 'Bu kadar mı sevilmeye layık
olmayan birisiyim?', 'Ya ilerde onun gibi olursam?'... Kafamda asla bitmeyecek
soru çarkını, sürekli çevirip duran kişi o. Gözlerim açık öleceğim onun
yüzünden. Heveslendiğim ne varsa, içime lokma lokma dizdi ve hala
sindiremiyorum... Çok istediğim ve iki ay öncesinden bilet aldığım konsere onun
yüzünden gidemeyişim, kazandığım halde tercih listeme iletişim fakültesini
yazamayışım, saçlarımı hep kendi istediği şekilde kestirmesi, mutlu etmek için,
özel bir gün bile değilken ona aldığım bir hediyeye 'ben iki saattir seni
bekliyorum böyle boktan bir şey için geç kalmış olamazsın sen kesin başka bir
şey yaptın bunun arkasına saklanıyorsun!' diye bağırması, hiçbir şeyi
saklamadığım halde asla güvenmemesi ve her anlattığımı babama söylemekle beni
tehdit etmesi... Her tartışmamızda babamı çağırıp beni ondan uzaklaştırmaya
çalışması, kız kardeşimi de 'Gel yavrum gel güzel kızım ben anne olduğumu sende
anladım' diyerek yanına çekmesi... Neler neler... İnsan bazen kalp kırılmasının
sesini bile duyabiliyor biliyor musun? O temsili 'çatırt' sesi var ya,
karikatürlerde, anlatımlarda kullanılan; kalp kırılırken çıkan sesin yanında
çok basit kalıyor. Gerçekten içimde kalan heveslerle öleceğim, sıfır
beklentiyle yaşamayı öğrenemediğim gibi beklentilerimi çok yüksek tuttum
sanırım. Mesela bir buçuk aylık iş deneyimime son verip eve döndüğümde aklımda
sadece bilgisayarda film izleyerek uyumak vardı çünkü bir dakika ayrılmadığım
bilgisayarımdan seksen beş güne yakın bir süre ayrı kalmıştım. Valizimi
bıraktığım gibi ilk işim bilgisayarımı açmak oldu.
-İnternete
bağlanılamıyor. İnternete bağlanılamıyor. İnternete bağlanılamıyor.
Ev arkadaşıma
seslendim, 'Sabah da yoktu internet, faturayı ödemeyi unuttum ben dördüncü de
geldi', dediğinde haykırarak ağlayabilirdim örneğin. Farkındayım, fazla
büyütüyorum ama öyle değil Yine çelişki.
Annem diyordum.
Kendini ölümsüz sanan kadın. Bir gün hastalanıp bana muhtaç kaldığında, ona
öyle güzel bakacağım ki, gözünün önüne beni ameliyatlı halimle evden kovduğu an
gelecek ve benim altı saatlik otobüs yolculuğunda çektiğim acıyı o her dakika
yaşayacak. O kadar el bebek gül bebek ilgileneceğim ki onunla, hastalıktan
değil vicdan azabından geberecek. Ve evet, nolur o an sızlayacak kadar bile
olsa vicdanı kalmış olsun. Anlatılmayan çok şey var, biri paralel evrende beni
yaşıyorsa ona çok acıyorum.
Babam erkek çocuğu gibi yetiştirmek istedi,
annem annelik yaparken panikleyip ne yapacağını bilemedi muhtemelen hanım
hanımcık olmam için uğraşmış olabilir ama ergenliğimin sıkıntılı geçme sebebi
de buydu, tam bir kimlik karmaşası yaşadım. 'Ben sana 6 yaşına kadar her gün
elimde eze eze çorbalar yaptım, meyve suları yaptım, bir giydiğini bir daha
giydirmedim, kendime tek iğne almadım sana yeni kıyafetler aldım' bunu da annemden
sıkça duydum ve artık en sonunda dayanamayıp bağırdım:
- 6 yaşından
öncesini nasıl hatırlayayım ben, neyi başıma kakıyorsun? Bilinç dönemimle gel
bana, ondan sonra ne yaptın? Hem keşke bıraksaydın da giydiğim şey üstümde
parçalanana kadar giyseydim, hiç değilse biblo gibi evde oturmaktansa oyun
oynayıp çocukluğumu yaşardım!
Hiçbir zaman yıldızı benimle barışmadı,
kendimi onun annesi gibi hissediyorum. İğrenç bir his.
Kendimden bir beklentim yok. Tek hayalim
duvarları yastıklarla kaplı bir tımarhane odasında kendimi duvardan duvara
atabilecek özgürlüğe kavuşmak.
Ya da tamamen özgürlüğe kavuşmak.
Ya da sağlam bir elektroşok tedavisi görüp
bildiğim, gördüğüm, duyduğum, yaptığım ve bana yapılan ne varsa unutmak.
Anıların esaretinden kurtulmak. -Ama bence beden de esaretten başka bir şey
değil.-
Üç hayalim varmış bu arada, tabi
alternatifti onlar 'tek hayalim' derken mecaz yaptım. Sahnede ölmek isterdim
ama, sinema seti değil, capcanlı tiyatro sahnesi. Neden yaşadığımı bulmak için
girdiğim çabaların bir sonucudur bu da. Dilleri öğrenme, dinleri yaşama, müzik,
edebiyat, eleştiri gibi tüm sanat dalları, kültürler... Beni ben yapan her şeyi
severim, ama tiyatroyu bir başka severim. Oynadığım rol ne olursa olsun üzerime
yapışmaz ama yakışır. Sahne beni güzel kılıyor, güzel ölmek istiyorum,
doğumumdan bir şey anlamadım çünkü.
Aşk. İnandığım en güçlü kavram. (Ateist bu
kız. Yav hee he. ) İlişkiler konusunda da hep şanssız biri oldum, belki
şanssızlık da değildir, belki çoğu benim sinirim ve dengesiz hareketlerimden
kaynaklanan bir tartışmayla bitti, fakat elimde değil, kafası çalışmayan,
sorumsuz ve rahat insanları sevmiyorum. Hem yaşamayı bilip hem de gerçekten
kendini yetiştirmiş olmak çok mu zor? Aşklarım da acıları da bana edebiyatta
ilham verdikleri için sevdiğim hislerdir, tüm kırgınlıklarıma ve hayal
kırıklıklarıma rağmen.
Canım sıkılıyor.
Bu da çelişik bir his sayılabilir aslında... Kuş vuralım istersen?
Yorumlar
Yorum Gönder