Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Mayıs, 2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor
Daha bir tuzluydu bugün, uyanık kalabilmek için içtiğim zoraki yudumlar... İçimdeki, karnı deşilmiş palyaçolar, kanları aksa da, yine zoraki kahkahalarla çınlattılar beynimin duvarlarını. Sekiz sene daha yaşlandım bugün, gözyaşımı döktüğüm her saat bir sene gibi geçip gitti günümden... İstemli yalnızlığıma hal hatır sordum. Bardaktaki kahveyle birlikte soğudum. Ancak bir palyaço kadar tuzlu ve bir bardak kahve kadar mutluydum işte. Hiçlik. Ah, ben bir balık olsam, suda  boğulurdum. Ben, bir anne olsam ellerimle toprağa verirdim çocuğumu. Hayatın benimle bitip tükenmek bilmeyen bir sorunu, bir intikamı vardı. Şu hayattan bana birkaç şey kar kaldı. Doğum günümde bir lanet, altında doğduğum takım yıldızlarında acımasız bir orestes sendromu... Oryantalist bir doğumun inatçı tutunuşu... Bir de ölü anılar, avuçlar dolusu...  Yanaklarımda, yol yol kurumuş tuzlu suların çıktığı yollar ya çıkmaz sokaktı ya uçuruma çıkıyorlardı. Yine de yürüdüm. Yağmurun kendisi gibi. Öyle bir yürüdüm...
Ben sana değil, senin hayallerimin üstüne yüzyıldır orada yaşıyormuşçasına kurulmana aşık oldum. Çikolatayı değil de, çikolatayı seninle paylaşmayı lezzetli bulurdum. Ben önce seni bulduğuma, sonra kaybettiğime, sonra tekrar seni bulduğuma pişman olarak geçtim karşıdan karşıya... Üstelik balkondaki ip askıda, hayallerimi kuruttum olmadığın zamanlarda... Bolca yağmur yağdığı için epey zaman aldı bu iş ama, her düşen tanede sen geldin aklıma... Üçüncü tekil şahıs ekiyle yazmayı öğrenemedim hala. Üçgenin iç açıları toplamı, 180 derece olsa da Hiçbir üçgen içimi açmadı mesela. Ya da hiçbir kareyi saklamadım Benim herhangi bir kareyi benimseyebilmem için, İçinde sen olmalıydın. Elimde, sana göndermediğim mektuplardan bir silindir... Kelebek ömründe bir aşk var bir de, ikisi de senindir. Gel yüzyıllık bir hasreti dindir...
Her şeyin bir yeri olsun. Anılarımız karton bir kutunun içinde, Martılar karasal iklimde, Karalar denizlerde, Adın mazimde dursun... Geceyi gündüze karıştırdım yine, Sen yoksun...
Unutamayışlarıma verilen bir ödüldür, unutmama isteği; ayrılığın sevda haznesine dahil olmasıdır belki hala seni sayıklayarak uyanmalarımın sebebi...

YALANLARDA AŞK

Yalanları öldürme sevgilim, Öldürme gerçeğin tohumlarını. Bilirsin, ben az inanan çok düşünen biriyim. İnandığım az şeylerden birisisin sen. İnanmalarımın en çoğusun belki.  Yalanımı öldürme sevgilim, Gerçeğimin tohumunu öldürme. Sen, beni sözlerinle zehirle… Sen beni sözlerinle… Her hayal yaşadığı yerin yalanıdır sevgilim. Muğladaki kara, sigaradaki sağlığa benzer. Karaköy fotoğrafçısının orada durup bakamadığımız fotoğrafımıza benzer. Barlar sokağında tokuşturamadığımız kadehe benzer. Cebimde ki son kuruşu da, Kadıköy midyecisine vermeme benzer. Sevgilim, içimdeki kalabalık yalanları öldürme. Onlardır benim şizofren gerçeğimin tohumları. Bırak Avrupa manevi kızına açsın masmavi kucağını, Bırak adım sayılarımızda kalsın büyüklük, İlla metrekare hesabımı alacak parasını Mısır Çarşısındaki ipekçi. Sevgilim, sever misin? Sevmesen de, aşığım de… Mutsuz olsan da gülümse, Her zaman Lavinia sen olamazsın, Her yalan seni kandıramaz şu kısacık ömründe...

BULUNTU

Bul beni, demiştim. Ve beni buldu… Tam da o esnada, kâğıt üzerinde intihar ediyordum, işte benim yazarlığımın en can alıcı noktası buydu. Yaşıyordum bu sayede; aklıma gelen intihar senaryoları, beni öldürmek yerine, kâğıtlara dökülüyor beni daha bir var ediyordu. Anladım ki, o da benim gibiydi, dünya üzerinde, ‘’evim’’ deyip kendini rahat hissedebileceği tek karış toprak yoktu, o da benim gibi bu şehre fazla geliyordu… Oysa şehrin bize verdiği zarardan çok, biz ona zarar veriyorduk, birbirinden habersiz her gece ağlayan iki genç kadındık, birbirinden habersiz her gece yaşamına son verip ertesi gün adımları hayata geri geri giden iki yaşlı ruh yahut siyahın en koyu iki tonu. Bizim nefes alıp verişlerimiz, kalemlerden döktüklerimiz, içimizden elediklerimiz şehri tarifi imkânsız bir kasvete boğuyordu. Buralarda çoktandır güneş doğmuyordu. Kırmızıydım ben, bir müddet konuştum onunla rengini bile bilmeden. Kırmızı devrim demekti, ama yeniliklere kapalı, takıntılı ve hasta bir ruha ev...